6 Şubat 2016 Cumartesi

En iyi 5 Alejandro González Iñárritu filmi


1. The Revenant (8.0)
2015

2. Amores Perros (7.5)
2000

3. Birdman (7.0)
2013

4. 21 Grams (6.5)
2003

5. Babel (6.5)
2006

Diğer: Biutiful (6.0)


24 Ocak 2016 Pazar

Haftanın albümü: Tindersticks - The Waiting Room


25 yılı deviren kariyerlerine tam 11 stüdyo albümü (bir o kadar soundtrack ve bilumum çalışma) sığdıran Nottingham çıkışlı Tindersticks, rahatlıkla müzik tarihinin "melankoli kralları" olarak adlandırılabilir. Onların "yağmurlu şehir gecelerinin soundtrack'i" diye tanımlanabilecek müziğinde hemen ilk dinleyişte fark edilen, "alâmet-i farika" diyebileceğimiz özellikler; zengin orkestrasyon, son derece titizlikle düzenlenmiş yaylılar, atmosfer olarak sinemasal bir ihtişam ve belki de en önemlisi, Stuart Staples'ın (insana kayıp ve yalnızlık hissi veren) o eşsiz bariton sesi.. Formül belki eskidi ama bu formül, çeyrek asrın ardından (ve hatta 2007'den beri grup bünyesinde birkaç kez personel değişimi yaşanmış olsa da) hâlâ ortalamanın çok üzerinde albümler üretmeye devam ediyor.

Grubun 11. stüdyo albümü "The Waiting Room", nazik ama sıradışı düzenlemelere sahip yaylılarla döşenmiş, dinleyiciyi o tanıdık sulardaki yeni bir maceraya davet eden (entrümental) "Follow Me" ile açılıyor. Hemen ardından "Second Chance Man", benzer seyreklik ve yavaşlıktaki (fena halde "Can Our Love" dönemini anımsatan) bir başlangıcın ardından aniden devreye giren nefesliler ve fokur fokur kaynayan org ile adrenalini yükseltiyor. Ekibin imza şarkılarından biri diyebileceğimiz (ve acımasız ritmli bir bas lokomotifi tarafından çekilen) "Were We Once Lovers?" disko benzeri bir ritmi Staples'ın yarım kalmış/bulanık hatıralar arasında gezinen sesi ile ters-yüz ederken, (grubun hemşehrisi olan) İngiliz caz sanatçısı Julian Siegel'ın katkıda bulunduğu "Help Yourself" özellikle yüksek performanslı mariachi nefesliler ve alışılmadık ferahlıktaki sözleri ile Tindersticks evreninde (küçük de olsa) yeni pencereler açıyor.

(Aşağıda videosunu bulabileceğiniz) "Hey Lucinda", 2010'da (38 yaşında) vefat eden Kanadalı singer/songwriter/aktris Lhasa de Sela ile yapılmış bir düet. "Ben sadece, dans etmenin nasıl hissettirdiğini hatırlamak için dans ederim" gibi muazzam sözlere sahip olan hüzünlü şarkı 2009'da kaydedilmiş ve yakın bir arkadaşını kaybetmenin üzüntüsünü uzun süre yaşayan Staples, yıllarca beklettikten sonra parçayı bu albüme koymaya karar vermiş. Kadın vokalinin, Tindersticks müziğinde düetler için özel bir yeri olduğu herkesin mâlûmu, ki 2008'deki "Waiting for the Moon" albümünde "Sometimes it Hurts"ü de Staples ile seslendiren Sela, bu parçada erkeklerin verdiği (tutulmayan) sözlerden artık bıkmış Lucinda olarak albüme damga vuran bir performans ortaya koyuyor. Ve ilk yarı, her yönüyle tam bir Tindersticks şarkısı olan (enstrümental) "Fear of Empliness" ile sona eriyor.

Zengin orkestrasyonlu ve karamsar sözlere sahip (sinematik) "How He Entered" belki de grubun 1995'teki "My Sister"dan beri yaptığı, spoken-word tarzdaki en iyi şarkı. Staples'ın adeta içinden çekip çıkarılan ve ismi sanki idamı bekleme durumuna çağrışım yapan "The Waiting Room" ile rahatlatıcı "Planting Holes" gibi atmosfer olarak grubun ilk yıllarını fazlasıyla hatırlatan iki sağlam parçanın ardından bir başka düet, "We are Dreamers" var. Bu kez kadın vokal, Savages grubundan (ki onlar da aynı gün yeni albümlerini piyasaya sürdü) Jehnny Beth ve Staples ile uyumları tek kelimeyle olağanüstü. Kapanıştaki "Like Only Lovers Can" "buluşma yerimiz artık olmadığına göre, bundan sonra nerede ağlayacağız?" gibi dokunaklı sözleriyle, dinleyiciyi yazının başında sözü edilen o tanıdık sulara götürüp bırakıyor.

Aynı zamanda multimedya bir çalışma olan ve her şarkısına Claire Denis, Christoph Girardet vs. yönetmenlerin bir video çekeceği "The Waiting Room" günümüz müziğine çoktan imzasını atmış, nesiller sonra bile dinlenecek olan nevi şahsına münhasır bir grubun, hiç eskimeyen ve standardı hep yüksek olan o sonsuz repertuarından dinleyicisini tatmin edecek bir hediye.

Albümün notu: 8.4

Çıkış tarihi: 22 Ocak 2016



17 Ocak 2016 Pazar

Haftanın albümü: Anderson .Paak - Malibu


Anderson .Paak, Oxnard/California (1986) doğumlu bir rapper/singer/songwriter. Annesi Güney Koreli bir çiftçi ve 50'li yıllarda Los Angeles'a göç etmiş. Babası Hava Kuvvetleri'nde pilot, daha sonra makinist olarak çalışmış ve erken yaşta ölmüş. Paak'ın bu dramatik hayat hikâyesinin etkilerini, yeni albümü "Malibu"nun her notasında hissetmek mümkün (açılıştaki "The Bird"den: "Mama was a farmer. Papa was a goner", kapanıştaki "The Dreamer"dan: "Who cares ya Daddy couldn’t be here, Mama always kept the cable on. I’m a product of the tube and the free lunch. Living room, watching old reruns.")


Sanatçı (tam adı Brandon Paak Anderson), 2014 Ekim ayında ilk albümü "Venice" ile kariyerine umutvar bir başlangıç yapmış ve yeteneklerine dair ilk ipuçlarını vermişti ama belki ondan daha çok, Dr. Dre'nin (geçen yıl piyasaya çıkan ve) olumlu eleştiriler alan uzunçaları "Compton"daki 16 şarkının 6'sına katkıda bulunarak ismini duyurmuştu (hatta aralarındaki işbirliği o kadar güçlüydü ki, Dre aslında "Animals" şarkısını Paak'ın "Malibu" albümüne koymak için kaydetmiş ama sonradan fikir değiştirmiş). Müzik tarihinin dev isimlerinden birinin tedrisatından da bu şekilde geçmiş olan Paak (yani daha 5 yıl öncesinde eşi ve bebeği ile evsiz durumda olan bu delikanlı), şimdilerde ikinci albümü "Malibu" ile kariyerinin daha başlarında, şaşırtıcı olgunlukta bir dev adım atmış denebilir.


Paak'in müziğinin odağında elbette (her şekle girebilen) olağanüstü güçlü sesi var. Gençlik yıllarında davul çalıp şarkı söylediği kilise korosunda temeli atılmış olan bu benzersiz sese kendi günahlarından, yanlış kararlarından, içsel muhasebelerinden vb. bahsettiği şarkı sözleri eşlik ediyor. Paak kimi zaman anlatıcı, kimi zaman kahraman ve kimi zaman da kendi hikâyesinin haini olarak karşımıza çıktığı bu dizeler vasıtasıyla, anlattığı öykülere içten ve duygusal bir çerçeve çiziyor. Müzikal yapıda ise göz kamaştırıcı bir zenginlik ve çeşitlilik söz konusu. Birbirine pek benzemeyen 16 şarkılık bu palette şekil değiştiren hafif tempo R&B, '90'lar hip-hop, '70'ler funk ve '60'ların soul düzenlemelerine ek olarak manik bas melodileri ve davul döngüleri adeta resmi geçit yapıyor. Hatta kimi şarkılarda "Dre kabilesi"nin bir diğer mensubu, günümüzün en büyük rap sanatçısı Kendrick Lamar'ın etkilerini hissetmek bile mümkün. Tüm bu karışıma kimlik veren şey ise groove temelli denilebilecek bir "atmosfer", ki bu da bütünlük arz eden bir ruh hâli kurulmasına vesile oluyor. Müzik tarihinin muhtelif dönem ve türleri arasında (adeta şekerci dükkânına girmiş bir çocuk hevesi ve hoyratlığıyla) özgürce gezinen Paak'in, albümünün "işitsel bir deneyim" olmasını istediğine şüphe yok.


ScHoolBoy Q, Talib Kweli, BJ the Chicago Kid, Rapsody and The Game gibi kalbur üstü isimlerin de çeşitli şarkılara katkıda bulunduğu "Malibu", 29 yaşından çok daha olgun görünen üstün bir yeteneğin (günlüğünden fırlamış kadar) samimi, mütevazı, duygulu ama bir o kadar da azim ve tutku dolu başyapıtı.


Albümün notu: 8.7


Çıkış tarihi: 15 Ocak 2016




Haftanın albümü: David Bowie - Blackstar



İlk albümünü 1967 yılında yapan David Bowie, modern zamanların pop tanrılarından biri. 2003’teki “Reality”nin ardından on yıl boyunca inzivaya çekilmiş olması, onun bu konumunu tehlikeye atmıyor. Pek iyi eleştiriler almayan 2013’teki dönüş albümü (hoş melodilere ve düzenlemelere sahip olsa da bütünlükten yoksun ve tutarsız) “The Next Day” de öyle. Hatta popüler ve deneysel kültüre damgasını vurduğu 1970’lerden sonra hiçbir şey üretmese, yine de bugünkü saygın konumunda olurdu Bowie ama 69. doğum gününde yayımladığı 25. stüdyo albümü “Blackstar”, bu benzersiz sanatçının ismine yakışan, yaptığı işe hâlâ tutku ile bağlı olduğunu (ve “geleceğe baktığını) gösteren, hayranların beklentilerinin üzerinde çok iyi bir albüm.

Bowie uzun yıllardan beri gözlerden uzak yaşıyor ve basına röportaj vermekten kaçınıyor. Bu arada 70’lerdeki arşivini kamuya açtığı “David Bowie Is” sergisi dünyayı gezerken o “Lazarus” müzikaliyle uğraşıyor. Bu eser, değeri çok az bilinen İngiliz yönetmen Nicholas Roeg’un çektiği ve başrolünde Bowie’nin oynadığı kült başyapıt “The Man Who Fell to Earth”den (1976) ve filme esin kaynağı olan kitaptan uyarlanmış ve Bowie’nin kariyerindeki şarkıları içeriyor. İştigal ettiği bu “teatral” çalışmalar, “Blackstar”ın yapısında ve haleti ruhiyesinde son derece baskın biçimde etkili olmuş denebilir. Albümün genelindeki “karanlık” atmosfer de kaynağını yine oradan alıyor.
Bununla birlikte günümüzde yapılan müziklere hiç benzemeyen, nevi şahsına münhasır, öncü ve sofistike bir albüm bu; zira “Blackstar”ın yapısını belirleyen bir diğer unsur, Bowie’nin son yıllarda teşriki mesai yaptığı (Danny McGaslin’in önderliğindeki) modern jazz dörtlüsü ve New York çıkışlı bazı usta müzisyenler. Hatta öyle ki, kimi şarkılarda Bowie’den rol çaldıkları bile söylenebilir. Bowie’nin (genelde çift vokal olarak kullanılan) sesi, geçen 48 yılın ardından belki eskisi gibi “sınırsız” değil ama sanki daha güçlü. Şarkı sözleri birinci ağızdan yazılmış suçlu, kıskanç, kaybeden ve düşmüş yeraltı hikâyeleri anlatıyor. Ölüm ve ölmek, birden çok şarkıda karşımıza çıkan temalar.
Açılışta yer alan (videosunu aşağıda bulabileceğiniz) on dakikalık “Blackstar”, aynı zamanda albümün ruhunu bire bir yansıtan üç bölümlük bir senfoni. McGaslin’in yumuşak ezgileri, elektronik davullar, 80’lerden fırlamış synthesizer dokunuşları ve oryantal yaylılara eklenen Bowie’nin farklı şekillerde kullandığı sesi, ortaya tuhaf ama albümün tamamına yayılan bir enerji çıkarıyor. 17. yüzyıla ait bir tragedyadan esinlenen “Tis a Pity She Was a Whore”, olağanüstü yetenekli davulcu Mark Guiliana’nın agresif ritmleri, McGaslin’in (Bowie şarkı söylerken bile susmayan) efsanevi saksofon soloları ve ensest/cinayet temalı hikâyesiyle karanlığın dozunu arttırıyor. Bowie’nin “A Clockwork Orange”daki uydurma Nadsat aksanını kullandığı “Girl Loves Me”, jazz gitaristi Ben Monder ve basçı Tim Lefebvre’in damgasını vurduğu çok güçlü bir balad. McGaslin’in saksofonu yine olmazsa olmaz bir “tamamlayıcı unsur” olarak orada.
Albümün ikinci single’ı olan “Lazarus” yukarıda belirtildiği gibi Bowie’nin oyunu ile aynı adı taşıyan, alien-vari güçlü vokalleri ile öne çıkan bir parça. Yine yüksek ritmli gergin davullar ve her satırdan sonra bile duyulabilen distortion gitarlara ek olarak, 80’leri fazlasıyla hatırlatan synth dokunuşlar onu zamansız bir hâle getiriyor. Bowie’nin “Sue, seni yabani otların altına doğru ittim. Sue, güle güle” gibi cümleler sarf ettiği, “Lanet olası Pazartesi nereye gitti?” diye haykırdığı “Sue (or in a Season of Crime)”, McGaslin dörtlüsünün (Ornette Coleman tarzı) kusursuz bir uyum yakaladığı, albümün tema parçalarından biri. “Dollar Days” Bowie’nin “I’m dying to push their backs against the grain, and fool them all again and again,” serzenişi ve McGaslin’in olağanüstü performansıyla hafızalara kazınırken, kapanıştaki “I Can’t Give Everything Away” yine otobiyografik sözleri, 80’ler etkisindeki synth yaylı ve davulları ve McGaslin’in yumuşak dokunuşlarıyla albümü tamamlıyor.
El sonuç “Blackstar”, yaratmak istediği etkiyi oluşturmak için jazz ve sinematik sesler başta olmak üzere akla gelebilecek her tür müzikal numaradan enerji alan, belki tam olarak idrak edebilmek için yeni deneyimlere alışık kulaklar ve 'tekrar dinleme'yi talep eden ama son kertede dinleyiciye benzersiz bir deneyim sunan; Bowie’nin (ve mesela Roxy Music’in) 70’lerde yaptığı prog-glam rock, yine Bowie’nin 90’lardaki drum ‘n bass ve 80’lerdeki elektronik dönemleri ve hatta (örneğin en çok) Scott Walker’dan bile izler taşıyan ama bir şekilde yeni ve taze tınlamayı başaran postmodern bir albüm. Bowie’nin 45 yıllık dostu ve prodüktörü olan Tony Visconti’nin bütünlüklü çalışması da en güçlü kozlarından biri. Hepsinin ötesinde, Bowie’nin 1977 yılındaki iki başyapıtı “Low” ve “Heroes”dan beri yaptığı belki de en anti-konvansiyonel iş, ki bu bile onu kariyerinde özel bir yere koymaya yeterdi.
Albümün notu: 8.9

Çıkış tarihi: 8 Ocak 2016



Best movies of 2015

15. Danny Collins (7.5)
image1
“Cars” ve “Crazy. Stupid. Love.” gibi filmlerden hatırladığımız deneyimli senaryo yazarı Dan Fogelman, İngiliz Folk şarkıcısı Steve Tilston’ın, John Lennon’ın kendisine yazdığı bir mektubu 34 yıl sonra okumasından esinlenerek yazıp yönettiği “Danny Collins”te ümit verici bir ilk filme imza atıyor. Filmin başarısındaki en önemli etkenlerden biri, Fogelman’ın “kişisel” bir öyküden yola çıkmasına rağmen, kahramanının içinde bulunduğu duygusal durumdan “evrensel” bir takım sonuçlar çıkarmayı başarması. Öyle ki, kariyer peşinde koştuğu ve kimi zaman başarılarla da taçlanmış olan 40 yılın ardından 40 yıl önce hayal ettiği şeylerle arasındaki mesafeyi gören ve hayatını değiştirmeye karar veren Tilston, belli yaşı geçmiş her (çalışan) dünya vatandaşı için bir iç-sorgulama seansına vesile olabilir. Klişe bir takım “dönüşüm” trüklerinden de destek alan film, soğukkanlı ve ironiden beslenen üslubuyla (Al Pacino’nun olağanüstü oyunculuğuna sırtını dayayarak), soyunduğu görevin hakkını fazlasıyla veriyor.

14. Pride (7.6)
image2
1984 yılında İngiltere’de maden işçileri için destek kampanyası başlatan bir grup lezbiyen ve gay aktivistin gerçek hikâyesini anlatan “Pride”, seyirciyi hem güldüren, hem dokunaklı finaliyle hüzünlendiren, hem de ayna tuttuğu dönemin ruhunu çok iyi yakalayan eğlenceli bir film. O zamanın toplumunda bir araya geleceği hiç düşünülmeyen söz konusu iki alt kümenin “Thatcher zulmü”ne karşı gösterdiği dayanışma ve birlik duygusu, öykünün can damarı denebilir. Bunun yanında usta oyuncuların canlandırdığı 10’a yakın baş (!) karakterin her biri, ilk senaryosunu yazan Stephen Beresford’un şaşırtıcı başarısıyla seyirciye son derece inandırıcı şekilde sunuluyor. Yönetmen Matthew Warchus ise öykünün hissettirdiği o “direniş” duygusunu filmin merkezine yerleştirip, oyunculara alan bırakan ölçülü bir yönetmenlik sergiliyor. “Gezi” direnişi nedeniyle bizim seyircimiz için ayrı bir anlam arz eden “Pride”, sinemayı seven herkesin en az bir kere görmesi gereken ve belgesel değeri de olan önemli bir film.

13. Kingsman: The Secret Service (7.6)
Kingsman_The_Secret_Service_poster
“Kick-Ass” ve “X-Men: First Class” gibi kalbur üstü filmlerin yönetmeni Matthew Vaughn’ın çektiği “Kingsman”, İngiliz ajan filmleri geleneğine hem saygı duruşunda bulunan, hem de o geleneğin kişisel bir “kompozisyon”unu çıkaran dört dörtlük bir aksiyon. Cem Yılmaz’ın “G.O.R.A.” ve “A.R.O.G”da uzay filmleri üzerine yapmaya çalıştığı şey bir “parodi”ydi örneğin; her ikisi de (yaratıcının, parodisini yaptığı olguya yabancılığı nedeniyle) sığ ve sığlığının gayet farkında olan, seyirci için yapılmış filmlerdi. Quentin Tarantino ise “Kill Bill”de, yüzlercesini seyrederek büyüdüğü uzakdoğu dövüş filmleri üzerine kendi kişisel yorumunu getirmişti. O geleneğe olan ve sonsuz gibi görünen bir tutku, sevgi ve en önemlisi hâkimiyet söz konusuydu. Yaratıcının bu hâkimiyeti, çağdaşlık ve dehayla birleştiğinde ortaya hem seyirciye o eski filmlerin tadını anımsatan bir atmosfer, hem geleneğin klişe ve komik taraflarını hicveden ince bir mizah, hem de her karesinden samimiyet fışkıran bir film çıkıyordu.
“Kingsman” işte bu ikinci kulvarda ilerleyen bir film. İngiliz usûlü komedi ve popüler kültür öğeleriyle nakış gibi işlenmiş, dünyadaki eşitsizlik ve “alt sınıf/seçkinciler” ayrımı üzerine kayda değer şeyler de söyleyen sürükleyici bir hikâyesi var. “Kill Bill”den 11 yıl sonra çekilmiş olmanın etkisiyle video/bilgisayar oyunlarından fazlasıyla esinlenen (bale estetiğiyle çekilmiş) dövüş sahneleri ve Colin Firth başta olmak üzere oyunculukları da cabası.

12. Whiplash (7.7)
whiplash
1985 doğumlu Damien Chazalle’in yazıp yönettiği “Whiplash” sanatçı olmanın meşakkati ve talep ettiği ağır çalışma temposu ile özveriyi, hikâyesinin merkezine koyan bir film. İlk bakışta seyredenlere “her nimetin bir külfeti vardır” benzeri “başarı odaklı” bir mesaj verdiği düşünülebilir ama öykünün “gerilim” denebilecek bir tarz ile anlatılmış olması, bu mesajı muğlâk bir hâle getiriyor. Aynı zamanda “başarı”ya ulaşmak için faşizan hocasının ellerine kendini gönüllü bir şekilde teslim ede(bile)n ve kısmî denebilecek bir başarıya ulaştığı ilk anda kız arkadaşına karşı tavırları değişen baş(anti)kahramanıyla, “insan doğası” hakkında da ciddiye alınması gereken şeyler söylüyor. Söz konusu kahramanın zihnen ve bedenen tükenişini, film boyunca muazzam bir tempo ve yüksek gerilimli bir atmosfer eşliğinde seyrediyoruz. Dolayısıyla “Whiplash” ile “başarı” kavramı arasındaki ilişki, biraz “Trainspotting” ile “uyuşturucu” arasındaki ilişkiye benziyor. Her ikisi de söz konusu olguları idealize etmediği gibi “Whiplash”in (bir hayal olduğu neredeyse kesin olan) final sahnesi bittiğinde, tüm olup bitenlerle ilgili olarak seyirciyi düşünmeye davet eden erdemli bir tavrı var. 29 yaşında bir yönetmen için son derece büyük bir başarı.

11. The Imitation Game (7.8)
imitgame
Senaryosunu Graham Moore’un (Andrew Hodges’ın kitabından uyarlayarak) yazdığı ve Norveçli Morten Tyldum’ın yönettiği “The Imitation Game”, II. Dünya Savaşı’nda Alman ordusunun iletişimini sağlayan Enigma makinesinin şifrelerini kırmaya çalışan matematikçi Alan Turing’in gerçek hikâyesini anlatıyor. Turing yalnızca kendi döneminde anlaşılmayan bir dahi değil, aynı zamanda (başta cinsel eğilimi yüzünden olmak üzere) çocukluğundan itibaren toplumdan dışlanmış ve yalnız bir karakter. Film bittiğinde onun bu yalnızlığının, hüzünlü bir hikâye ile seyircinin içine işlediğini görüyoruz. Bu yüzden tıpkı “Whiplash”te olduğu gibi “başarı”yı yücelten bir tavır yok ve yine “The Pride”da olduğu gibi yardımlaşmanın ve dayanışmanın altı da kalın bir şekilde çiziliyor. “The Imitation Game”e, vakti zamanında eşcinselliği yasa ile suç sayan bir toplumun, sahip olduğu (insanlık tarihini değiştirmiş) eşsiz bir değere saygı duruşu ve hatta “özrü” olarak da bakılabilir. Bu açıdan bakınca değeri katmerleniyor.

10. Star Wars: The Force Awakens (7.8)
image1
Yönetmen koltuğunun George Lucas’tan J.J. Abrams’a geçtiği “Star Wars” serisi, hikâye örgüsü olarak önceki filmlerin yapısını neredeyse bire bir koruyan, görsel olarak ise (yüksek beklentilerin altında kalsa da) tatminkâr bir seviye tutturan yedinci bölüm ile devam ediyor. Senaryoyu Lawrence Kasdan ile birlikte yazan Abrams’ın Han Solo, Leia gibi eski karakterleri (tıpkı serinin hayranları gibi) birer “efsane” olarak gören yeni/genç kahramanlar ve tercih ettiği karamsar atmosfer ile yeni bir görsel dünya kurmaya çalıştığı kesin. Bunda genel olarak başarılı olduğu da söylenebilir, zira (denebilir ki) en karanlık “Star Wars” epizodu ile karşı karşıyayız. Bunun yanında filmle ilgili, fan’ları tatmin edebilecek pek çok detay sıralamak mümkün: Serinin alâmet-i farikası hâline gelmiş “özgürlük, demokrasi, aşk, faşizm” gibi olgulara dozunda bir şekilde değinen sürükleyici bir öykü, çok iyi çizilmiş kahraman/anti kahramanlar, hatta bonus olarak “kadın” kahraman olgusu ve son teknoloji bir görsellik. Kendisi de bir “Star Wars” hayranı olan Abrams, macera aramadan serinin ruhunu takip eden iyi bir işe imza atmayı başarmış ama sinema tarihini sonsuza kadar değiştiren dördüncü bölüm (1977) ve serinin en iyisi olduğunu düşündüğüm birinci bölümün (1998) gerisinde kalan bir “üçleme başlangıcı” bu.

9. Boyhood (7.9)
image4
Amerikalı usta yönetmen Richard Linklater’ın 12 yılda çektiği “Boyhood”, bir çocuğun 6-18 yaş arası dönemini (çocukluktan ergenliğe geçişini) anlatıyor. 12 yıla yayılan hikâyesine rağmen tüm karakterleri aynı oyuncuların canlandırması fikri, şimdiden sinema tarihine geçmiş, saygı duyulası bir yaratıcılık. Bu detayı benzersiz kılan şey ise yönetmenin, anlattığı hikâye ile paralel bir duygusal atmosfer kurmak için bunu tercih etmesi. Böylece oyuncular, karakterin her hâlini (ergenlik sivilceleri dâhil!) hiç makyaja gerek duymadan oynayarak “hayatın kendisi kadar gerçek” olmaya çalışan filmin bu amacına kusursuz şekilde hizmet edebiliyor. Bunun yanı sıra Coen Kardeşler’in “Fargo” filminde kahramanları dakikalarca televizyon seyrederken, boş boş konuşurken vs. gösteren o tekdüzelik ve gündelik hayatın sıkıcılığı vurgusu “Boyhood”un Ortabatı dünyası için de bire bir geçerli. Büyümekte olan bir çocuk, büyüyememiş (kendilerinden ayrı yaşayan) bir baba, tüm bunlarla ve hayatla baş etmeye çalışan anne, annenin ikinci eşi (Linklater’dan hüzün verici bir klişe, alkolik üvey baba) ve bunların yaşadığı sıkıntılar, küçük mutluluklar vs. Dramatik iniş çıkışların olmadığı ve hayat kadar gerçek görünmeyi başaran film bittiğinde, hem sinema tarihinin en iyi “gençler büyüyor” filmlerinden birini seyretmiş, hem de (açılış/kapanış sahneleri ve ayrıca baba karakteri ile) büyümenin hiç bitmeyen bir süreç olduğunu gösteren incelikli bir hikâyeye tanıklık etmiş oluyorsunuz.

8. The Lobster (7.9)
Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un çektiği ve son yıllarda yapılmış en orijinal filmlerden biri olan “The Lobster”, 45 gün içinde uyumlu bir eş bulamayan insanların (kendi seçtikleri) bir hayvana dönüştürüldüğü, yalnızlığa tahammülün olmadığı distopik bir dünyada geçiyor. Artık kendisini sevmeyen ve terk eden eşinden yeni boşanmış olan David (Colin Farrell), bu tehlikeyle yüz yüze gelen baş karakter ve onun yaşadıkları vesilesiyle Lanthimos, bir kez görenin aklından kolay kolay çıkmayacak bir toplum resmi çiziyor (‘otorite’nin yalnız insanları yerleştirdiği, konforlu ama “Brazil”daki devlet dairesi soğukluğunda diyebileceğimiz otel, Wes Anderson dünyasının tam bir antitezi ve unutulacak gibi değil). Sonuçta anlatılan hikâye ise günümüz toplumlarında yaşanan duygusal ilişkiler üzerine yabana atılamayacak şeyler söylüyor. Öyle ki, 50 yıl sonra bugünün ikili ilişkilerini ve insanların bu ilişkilerle ilgili duygu/düşüncesini merak eden biri, “The Lobster” ve (iki yıl önceki) “Her”ü seyrederek aradığı cevapların pek çoğuna ulaşabilir. Yıllar geçtikçe kült mertebesine yükselmesi beklenebilecek “The Lobster”ın, eşini kaybetme ya da yalnız kalma korkusu yaşayan başkahramanın zihninde geçen bir kâbus olduğu söylenebilir, ki bu da onu David Lynch’in “Lost Highway”i ile göbekten akraba yapıyor.

7. Inside Out (8.0)
image2
Son 20 yılın en önemli 20 animasyonu arasında sayılabilecek “Toy Story” ile “Wall-E”nin senaryolarına katkıda bulunan, “Monsters Inc.” ve “Up”ı ise bizzat yöneten Pete Docter, “Inside Out” ile bir kez daha türün gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden birine imza atıyor.  Hayao Miyazaki’nin “Spirited Away” isimli başyapıtının giriş bölümünde, ailesiyle yeni bir muhite taşınmak zorunda kalan Chihiro’nun serzenişlerine yer veriliyordu. İşte “Inside Out” için, o durumdaki (ve yaş olarak ergenliğe geçiş dönemindeki) Riley’nin beyninin içinde neler olup bittiğini anlatıyor denebilir. Beynin içi derken, gerçekten içinden söz ediyoruz. Bir “komuta merkezi”nden yönetilen Riley’nin beyninde, çocukluğundan itibaren en baskın olan 5 duygunun Neşe, Üzüntü, Korku, Öfke ve Tiksinti olduğunu öğreniyoruz. Kahramanın ruh durumuna göre komuta zaman zaman el değiştirse de, sonunda bir “denge” sağlanıyor “Boyhood”da olduğu gibi büyüme, olgunlaşma devam ediyor. “Inside Out” Docter’ın elini attığı diğer tüm projeler gibi, sadece küçüklere değil yetişkinlere de iyi gelecek enfes bir animasyon.

6. Sicario (8.1)
image3
Barry Levinson’ın “Wag the Dog” (1997) filminde, Robert De Niro ve Dustin Hoffman’ın başını çektiği o “erkekler dünyası” içindeki biçare, savunmasız Anne Heche’i hatırlayalım. İşte “Sicario”da Meksika’daki uyuşturucu karteliyle yapılacak savaşta aktif görev alan FBI ajanı Kate Macer (Emily Blunt) tam olarak böyle bir karakter. Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve, filmin neredeyse tamamını onun olaylar karşısındaki “etkisiz”liği ve hissettiği çelişkiler üzerine kuruyor. Bu aynı zamanda hayatta benzer durumlarla yüzleşebilen hepimiz için geçerli bir bakış, zira “suç” ile savaşırken “erdemli olmak”tan ne kadar sapılabileceği üzerine düşünülmesi gereken bir tartışma yapıyor “Sicario”. Bunu yaparken, örneğin bir çatışmadan hemen önce pencereden süzülen sarı ışığa zum yaptığı, çocuğunun futbol maçına gitmek için zorlanan babayı uzun uzun gösterdiği sahnelerle günümüz Meksika’sında suçla ve yoksullukla örülmüş, hüzünlü bir atmosfer kuruyor. Son derece sağlam senaryo ve Del Toro başta olmak üzere oyunculuklar da bonus.

5. It Follows (8.2)
image1
1974 doğumlu David Robert Mitchell’in yazıp yönettiği (ikinci filmi) “It Follows”, her yıl yüzlercesi çekilen ve neredeyse hiçbiri orijinallik ihtiva etmeyen korku filmleri arasında (tabir caizse) ay gibi parlayan özel bir film. Aynı zamanda Mitchell’ın sinemada “korku” geleneğini çok iyi özümsemiş bir yönetmen olduğunu kanıtlıyor. Söz konusu geleneğin gelmiş geçmiş en iyi örneklerinden biri olan “Halloween”in görsel kodlarını takip ediyor oluşu, bunun ilk kanıtı denebilir. Zira “Halloween”in en önemli özelliği, çerçeveye ne zaman/nereden gireceği belli olmayan “bir şeyler”in tedirginliğini her an hissettiren ve geniş plan çekimlerle ağır ağır hareket eden kamerasıydı ve bu vesileyle kurulan atmosfer filmin laytmotifiydi. “It Follows” öncelikle o görsel dünyayı çok iyi analiz etmiş bir yönetmenin filmi. Bu özel dünyanın içinde anlatılan öyküye bakacak olursak, genç karakterlerinin büyüme dönemi endişe ve korkularını temel alan ve bu konuda ilgi çekici şeyler söyleyen bir metin söz konusu. Ve yine bireysel başarı yerine “Pride” ve “The Imitation Game”de olduğu gibi yardımlaşma ve “takım” olma olgusunun altı çiziliyor. Özetle sinema gibi, yeni bir şeyler yapmanın artık çok nadir görülebildiği bir sanat dalında (hele de korku gibi bir türde) kendini “taze” hissettirmeyi başaran, türün meraklılarının kaçırmaması gereken bir film.

4. Citizenfour (8.3)
image2
CIA ve NSA ajanı Edward Snowden, 2013 yılında ABD’nin “toplumun huzurunu koruma” bahanesiyle kendi yurttaşlarını ve dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan toplumları nasıl gözetlediğini ortaya çıkararak (şimdiden) insanlık tarihinin en önemli figürlerinden biri hâline gelmişti. Yönetmen Laura Poitras, Snowden’ın Ocak 2013’te kendisine gönderdiği (ve filmin girişinde gördüğümüz) ilk mesajla sürece dâhil olmuş. The Guardian muhabiri Glenn Greenwald ve Poitras ile Hong Kong’daki bir otelde buluşan Snowden, olay yaratan bu ifşayı neden yaptığını, nasıl planlayıp uyguladığını tek tek anlatıyor. Bu sahnelerde ve filmin genelinde öylesine gerçekçi ve akıcı bir atmosfer var ki, konuyla ilgili malûmatı olmayan birine çekimlerin “gerçek zamanlı” olarak yapıldığı söylense, inanabilir. Sadece hepimizi çok ilgilendiren öyküsüyle değil, o öykü vasıtasıyla (temel bir insan hakkı olan) özel hayatın ne kadar “özel” kalabildiği üzerine sarsıcı bir tablo çizen ve şimdiden gelmiş geçmiş en iyi belgeseller arasına giren (En İyi Belgesel Oscar’ını da alan) bu filmi her sinemaseverin görmesi gerekiyor.

3. The Texas Chainsaw Massacre (8.4)
image3
Korku sinemasının kilometre taşlarından biri olan 1974 yapımı “The Texas Chainsaw Massacre”, 40. yılı şerefine 4K’ya dönüştürülen yeni kopyasıyla tekrar gösterime girdi. 80’lerin kült başyapıtlarından “Poltergeist”ın da yönetmeni olan Tobe Hooper, “Texas Katliamı”nda kısıtlı bütçe ve imkânlarla, tek kelimeyle efsanevi bir iş çıkarmıştı. Korku janrının en bilinen klişeleri arasında yer alan “şehirli çocuklar kırsalda/tatilde” ve “kendinizi kollayın” diyen benzin istasyonu çalışanı gibi motifler de bu filmle geleneğe dâhil olmuştu. “Maskeli katil” aynı şekilde. Senaryoda (Martin Scorsese’nin, New York’un kan üzerine inşa edilmiş tarihini anlattığı “Gangs of New York”unda olduğu gibi) Amerikan kırsalının kanlı ve şiddet dolu “erkek egemen” geçmişine bir gönderme söz konusu. Aynı zamanda birbirine yabancılaşan ve “öteki”nden korkup çekinen günümüzün (o günün ve günümüzün) modern insanının bilinçaltı da bir şekilde eşeleniyor. Hooper ise bu temalar üzerinden ilerleyen hikâyeyi “belgesel” diyebileceğimiz bir gerçeklik ve o güne kadar görülmemiş bir görsel atmosfer kurarak anlatıyor. İçerdiği şiddet nedeniyle pek çok ülkede yıllarca gösterilmeyen “Texas Katliamı”nın bu tarafının bugün hiç göze batmıyor oluşu, korku sinemasının şiddet pornografisi ile (günümüzdeki) ilişkisi konusunda düşünmeye de vesile oluyor.

2. The Tale of Princess Kaguya (8.5)
image4
80 yaşındaki Japon yönetmen Isao Takahata’nın senaryosunu yazdığı ve 8 yıl boyunca bir bir (el emeği, göz nuru) çizerek yarattığı “Prenses Kaguya Masalı”, şimdiden tüm zamanların en iyi animasyonları arasına girmiş muhteşem bir film. Çocukların bir gün büyüyüp ebeveynlerden ayrılmasının kaçınılmazlığı ve bu gerçeğin farkında ol(a)mayan anne/babaların, o ayrılığa kadar doğanın kendilerine verdiği görevi ne kadar “bilinçli ve/veya sorumlu” olarak yerine getirebildiği (ya da getirip getiremediği), öykünün ana meselesi. Takahata, eski usül iki boyutlu çizgi film tekniğinin yardımıyla, bu öyküyü olabilecek en naif ve dokunaklı şekilde anlatan büyüleyici bir görsel dünya kuruyor. Amerikan animasyonlarında hiç tercih edilmeyen beyaz rengin tüm çerçeveye hâkim olduğu ve hikâyeyle kusursuz uyumlu olan bu atmosfer, aynı zamanda Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası olan “doğa sevgisi”ni de benzersiz bir haleti ruhiye ile seyirciye geçirmeyi başarıyor.

1. The Look of Silence (8.8)
image5

1974 doğumlu Amerikalı yönetmen Joshua Oppenheimer’ın 2012 yılında çektiği “The Act of Killing”, Endonezya’da 1960’lı yıllarda (komünist oldukları gerekçesiyle) öldürülen yüzbinlerce insanın katillerini konuşturan, onların segilediği vahşetin bilinçaltını deşifre etmeye çalışan yumruk gibi bir filmdi. O filmin devamı olarak çekilen “The Look of Silence” ise büyük kardeşinin o katliamlar esnasında nasıl öldürüldüğünü (filmin çekimlerinde) öğrenen Adi’nin, katillerle yüz yüze gelişini anlatıyor. İnsan denen yaratığın güç ve tahakkümü ele geçirdiğinde nasıl zıvanadan çıktığını, öldürme hakkını kendinde nasıl kolay bulabildiğini böylesine bir gerçeklikle seyretmek, tahammülü çok zor bir şey. Filmin en önemli özelliği de bu gerçeklik zaten, katillerin bir gün yakalanacakları ya da ceza göreceklerine dair en ufak bir korkusu yok. Onların bu kadar rahat oluşu, seyircinin rahatsızlığını daha da arttırıyor. 2014’te Berlin ve Venedik olmak üzere pek çok festivalde ödüller kazanan film sadece sinemaseverlerin değil, insanoğlunun ve tarihteki katliamların doğasına meraklı olan herkesin seyretmesi gereken eşsiz bir belgesel.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Best movies of 2014, #1: The Grand Budapest Hotel

1. The Grand Budapest Hotel (8.5)


Wes Anderson, 45 yaşında şimdiden sinema tarihine geçmiş, tüm filmografisi kendi içinde bir uyum arz eden, kendine has temaları ve görsel dünyası olan "marka" bir yönetmen (benim için Christopher Nolan'dan çok çok öndedir). Bu filmde de o görsel dünya, II. Dünya Savaşı'nın arefesinde, hayali bir Orta Avrupa ülkesindeki bir otelde çıkıyor karşımıza. Seyirciyi, hikâyenin başında gördüğümüz boş oda ve koridorlarıyla artık unutulmaya yüz tutmuş olan Büyük Budapeşte Oteli'nin 1930'lardaki "altın çağı"na götüren Anderson, bir soygun ve kaçma-kovalamaca filminin çerçevesi içinde yine mutlu olmaya çalışan "yalnız" insanları zaman zaman ironik, kimi zaman da hüzünlü durumların içinde resmediyor. Ve sayıları yine 10'u aşan (genç/yaşlı) yıldız oyuncusundan da çok yüksek performanslar alıyor. Özellikle Ralph Fiennes'ın, kariyerinin en hatırlanası ve görmelere seza rollerinden birinde olduğu, 15-20 yıl sonra değeri daha da katmerlenecek enfes bir film bu.

Best movies of 2014, #2: Köksüz

2. Köksüz (8)


Deniz Akçay'ın yazıp yönettiği "Köksüz", babalarını kaybeden İzmirli bir ailenin hikâyesini, aile bireyleri arasındaki çatışma ve hesaplaşmalar üzerinden anlatıyor. Özellikle evin (yaşadığı travma ile baş edemeyen) otoriter anne figürünün, hayattaki mutsuzluğunu adeta bir virüs gibi tüm çocuklarına geçirişini seyretmek, tahammül edilmesi çok zor bir şey. Zaten filmin sonu da seyirciyi ferahlatmaktan çok uzak ama bu sade hikâyenin anlatılış biçimi ve oyunculuklar, tek kelimeyle kusursuz. Özellikle anne rolünde Lale Başar ve evin büyük kızını canlandıran Ahu Türkpençe, şahsen kolay kolay unutmayacağım harikulade performanslar sergilemiş. Ama elbette bu oyuncuların yönetimi de dâhil olmak üzere asıl krediyi genç yazar/yönetmen Akçay'a vermek gerekiyor. Net bir "sinema duygusu" ile ne yapmak istediğini gayet iyi bilen ve filmini, hikâyeden ziyade (hatta bütünüyle) yaşanan "an"lar ve çatışmalar üzerine kuran Akçay, sonraki filmini merakla beklediğim bir yönetmen artık.

Best movies of 2014, #3: Gone Girl

3. Gone Girl (8)


Senaryosunu Gillian Flynn'in (2012'de yayımlanan, aynı adlı) kendi romanından uyarladığı ve David Fincher'ın yönettiği "Gone Girl", Hollywood kalıplarının ve klişelerinin çok dışında bir evlilik filmi. Aslında ne filmi olduğunu çözmek ve söylemek de kolay değil zira polisiye, kara film, romans vs. 'tür kümeleri'nin kesişiminde duruyor sanki. Hikâyenin merkezine (hemen hemen tüm filmografisine paralel olarak) beyaz yakalı ve başarısız bir orta yaşlı WASP erkeğini koyan Fincher, 149 dakikalık uzunluğunu hiç hissettirmeyen, öyküsü ile kolay kolay unutulmayacak bir filme imza atmış. Bu ilgi çekici öyküye (beklendiği üzere) her biri incelikle düşünülmüş kusursuz "Fincheresque" resim ve kadrajlarını; Rosemund Pike, Carrie Coon ve (şaşırtıcı şekilde) Ben Affleck'in yüksek standartlı oyunculuklarını ve seyirci beklentilerine itibar etmeyen ("mutlu" sondan fersah fersah uzak, tuhaf ve "alternatif" duruşlu) mutlu sonunu da eklediğimizde, yılın en iyi filmlerinden biri ortaya çıkıyor.

Best movies of 2014, #4: Frank

4. Frank (7.5)


Sinemayla yakından ilgilenen kimselerin bile adını pek duymadığı İrlandalı yönetmen Lenny Abrahamson'ın bu sıcak ve "bağımsız ruhlu" filmi, yılın belki de en güzel sürprizi. Film kısaca, İngiltere taşrasında bir gün müzisyen olma hayaliyle sıkıcı bir hayat sürdüren Jon'un, (Michael Fassbender'in frontman'liğindeki) The Soronprfbs grubuna katıldıktan sonra grupla birlikte yaşadığı kariyer yolculuğunu ve aralarındaki çatışmaları anlatıyor. Bunu yaparken Wes Anderson ya da örneğin Coen Kardeşler gibi kendine has, ironik ama bir yandan da hüzünlü, "özel" bir dünya yaratıyor. Bence yönetmenin birinci başarısı bu.

İkinci ve bir o kadar önemli olan şey ise seyirci beklentilerine yüz vermemesi (blog'daki sinema yazılarını okuyan herkesin bildiği gibi bu, sinemada en önem verdiğim parametrelerin başında geliyor). Öyle ki, son yarım saate girene kadar filmin, seyredenlerin özdeşleşeceği bir "başarı öyküsü" olduğu bile düşünülebilir ama özellikle o dokunaklı finale gelindiğinde, aslında Abrahamson'ın derdinin (Jon üzerinden) "Rain Man"deki Tom Cruise tarzı bir "dönüşüm" ve başarısızlık hikâyesi anlatmak olduğunu anlıyorsunuz. Özetle sinema ve müziği seven herkesin görmesi gereken çok iyi bir film "Frank".

Best movies of 2014, #5: A Most Wanted Man

5. A Most Wanted Man (7.5)


John Le Carre'nin bir romanından Andrew Bovell'in senaryolaştırdığı "A Most Wanted Man", Soğuk Savaş döneminde çekilen filmleri anımsatan karanlık ve melankolik bir casusluk gerilimi. Hikâyesini, Şubat ayında vefat eden Philipp Seymour Hoffman'ın canlandırdığı Alman istihbaratçı Günter Bachmann üzerinden anlatan film, 11 Eylül saldırılarının planlandığı şehir olduğu rivayet edilen Hamburg'u boşuna mesken seçmemiş. Zira amacı, Batı istihbarat birimlerinde mezkur saldırı sonrası hasıl olan o paranoyak ruh hâli ve onların, bununla baş etmeye çalışırken ortaya koydukları yöntemler üzerine düşünmek.

Yıllar sonra "A Most Wanted Man" dendiği zaman hepimizin aklına gelecek ilk (ve filmdeki diğer her şeyin üzerinde asılı duran) unsur, kuşkusuz Hoffman'ın oyunculuğu. Ağzında sigarası, özensiz görüntüsü, çökük omuzları ve cool edasıyla Hoffman, işini yaparken yalanlar söyleyen, insanları tehdit eden ve onların hayatını riske atabilen (ve bu erdemsizliklerin vicdanında yarattığı yükün altında ezilen) Bachmann'ı adeta bir elbise gibi üzerine giymiş. Bir kez seyredenin, bu performansı unutması mümkün değil ve buradan bakınca, usta oyuncunun ölümü elbette insanı daha da derinden üzüyor.

80'li ve 90'lı yıllarda (U2, Depeche Mode, Echo & the Bunnymen, Metallica, Nirvana, Red Hot Chili Peppers vb. gruplara) çektiği videolar nedeniyle müziksever bünyelerin gönlünde ve dimağında özel bir yere sahip olan Anton Corbijn, 4 yıl önce George Clooney'nin tetikçi rolünde olduğu "The American" filminde (beklentilerin tam aksine) "Le Samourai" tarzı sakin ve melankolik bir dünya inşa etmişti. Bu filmde de, sonbahar mevsimindeki Hamburg'u adeta bir karakter gibi kullanarak (senaryo bir takım mantık hataları ihtiva etse de) şahane resimlerle ve Bachmann üzerinden verdiği "önce diyalog" mesajıyla, vasatın çok üzerinde bir iş çıkarmış.