4 Nisan 2009 Cumartesi

En iyi 5 tarihsel film

1. Andrei Rublev (1966)
Andrei Tarkovski

2. Il Gattopardo (1963)
Luchino Visconti

3. Aguirre, der Zorn Gottes (1972)
Werner Herzog

4. Bronenosets Potemkin (1925)
Sergei M. Eisenstein

5. La Passion de Jeanne d'Arc (1928)
Carl Theodor Dreyer

Anfield'da mutlu son

Liverpool'un sembol ismi ve yaşayan efsanesi Steven Gerrard, iki gün önce mukavelesini uzatarak 33 yaşına kadar takımda kalmayı garantilemiş oldu. Dünyanın en iyi orta saha oyuncularından biri olması bir yana (tam anlamıyla iki yönlü) oyun yapısı, hırsı, motivasyonu, profesyonelliği gibi sayısız unsurla takım arkadaşlarına örnek teşkil eden böyle bir ismin kaybedilmemesi, göründüğünden çok daha büyük anlamlar ihtiva ediyor. Ama neredeyse onun kadar önemli bir başka imza, geçen sezondan itibaren inanılmaz bir görev adamı-sağ dış oyuncusuna evrilen Dirk Kuyt'tan geldi. Kuyt, Gerrard ile birlikte şu anda takımın en önemli birkaç oyuncusundan biri. O da tıpkı kaptanı gibi hırslı, özeverili ve ciddi bir profesyonel. Ayrıca tam bir takım oyuncusu, bir teknik direktör için bulunmaz bir nimet. İddia ediyorum, Benitez bir gün (İstanbul'daki finalde Gerrard'ı Serginho'nun karşısında yarım saat sağ bek oynatması gibi) rakibin orta sahasında çok telikeli bir adamı Kuyt ile adam adama savunmaya kalksa, Hollandalı o görevi de bihakkın yerine getirir, o derece. Eğer birkaç yıl içinde şampiyonluk gelecekse bu, bu adamlarla olacak.

2 Nisan 2009 Perşembe

Ümitler Kaf Dağı'nın ardında

İlk maçta, Terim oyundan Semih'i alarak galibiyeti İspanyollara hediye edene kadar gayet iyi oynamıştık. Semih çıktıktan sonra ise resmen duvar tenisine dönen oyunda, yarım saat yenik oynayıp şuursuzca saldırmamıza rağmen rakip ceza sahasına bile giremedik. Dün akşam ise geride gömülü bir alan savunması yaparak ayağa paslarla topa sahip olma ilkesiyle oynayan tek forvetli rakibe karşı, dar alanlarda çok da başarılı olmayan Nihat ile başlamak büyük bir hataydı bence. Nihat zaten sakatlıktan yeni çıkmış, fizik olarak yetersiz. Zaten en fit durumda bile forvet oyuncusu olarak sadece belli özellikleri olan, kapasitesi sınırlı bir oyuncu. İnanılmaz derecede kalın ve kıvraklıktan uzak beli nedeniyle adam eksiltemiyor, dar alanda adeta kayboluyor. Buna rağmen Terim ondan bir türlü vazgeçemiyor.

Orta saha kurgusuna diyecek bir şey yok, zaten işler (hiç verim alamadığımız ve takımı bir eksik oynatan Nihat'a rağmen) hiç de fena gitmedi ve Arda-Tuncay-Semih patentli bir golle öne de geçtik. Golden sonraki dönemde ikinciyi bulabileceğimiz en az 3 pozisyonda (ilk maçta da takımı yakan) Nihat'ın egoistliği nedeniyle farkı arttıramadık ve devre öylece bitti.

İkinci yarıda İspanya yine beraberlik için saldıran ama savunmasını da dengeli bir şekilde sağlam tutan gerçek bir büyük takım gibi yavaş yavaş gelmeye başladı. Bence asla kasıtlı olmayan bir top-el temasında hakemin çok yanlış kararı ile penaltı ve beraberlik gelince, momentum tamamen misafir takıma döndü. Burada devreye yine Terim girerek doğru bir Nihat-Batuhan değişikliği yaptı. Ama Semih'in çıkıp da Sabri'nin girmesini hangi akıl ve mantıkla izah edebilir bir insan allah aşkına? Hoş, bu rezil hamle ilk maçtaki kadar büyük bir etki yapmadı maça. Sonuçta en fazla 15 dakika kalmış maçın bitmesine ama Sabri'yi öyle bir durumda bir insan niye oyuna sokar? Bilen varsa beri gelsin.

Bosna'nın da kazanması ile gruptaki şans bence gayrı-resmî olarak bitmiş oldu. Bizim takımın hem Bosna, hem de Belçika'yı deplasmanda yenmesi bana göre çok çok uzak bir ihtimal. Geçmiş olsun.

31 Mart 2009 Salı

En iyi 5 David Fincher filmi

Amerikan sinemasının, 90'lı yıllarda ortaya çıkardığı en büyük görsellik ustalarından biri olan Fincher, Ridley Scott ve James Cameron gibi iki efsane ismin ardından Alien serisinin üçüncü filmi ile sinema dünyasına girdiğinde ağır eleştiriler almıştı. Özellikle Cameron'ın, gerçek bir aksiyon ve gerilim klasiği olan filminin (Aliens, 1986) ardından Avrupa sinemasını andıran klostrofobik ve ağır tempolu bir kara filme imza attığı için Yeni Kıta'da hiç anlaşılamadı. Film her şeye rağmen vasatın biraz üzeriydi, bu ayrı. Ama görselliği ve atmosferi ile (ve özellikle yaratığın gözünden çekilen takip sahnesi ile) akıllarda yer etmeyi başardı.

Ardından 90'ların en büyük başyapıtlarından biri olan Se7en ile kariyerinin en iyi işine imza atan Fincher, bir iyi-bir kötü şeklinde seyreden bir filmografiye imza atarak gürültülü ama içi boş bir gerilim olan The Game ile serüvenine devam etti. Sonra bir başka modern klasik Fight Club ile gönülleri fethetti, onun arkasından da yine kariyerinin en kötü filmi diyebileceğimiz bir başka vasat gerilim olan Panic Room'u çekti. Uzun bir suskunluk döneminden sonra tıpkı Se7en gibi bir seri katili merkezine alan Zodiac isimli şahane kara film ile adeta küllerinden doğdu. Bu filmin ardından filmografisinin gidişatına bakınca sırada vasat ya da kötü bir film vardı ama Benjamin Button... ile bir kez daha çok iyi bir iş çıkardı ortaya. Fincher ne zaman dönem filmi yapsa başarılı oluyor, bunu artık kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Se7en'ın zamansız yapısına rağmen (bilgisayarlar olmasa) tamamen 40'lı yılları anımsatan atmosferi, Zodiac'ın kusursuz sanat yönetimi ve dönem tasvirinden sonra Benjamin Button... ile buna kesinlikle kani olmak gerekir diye düşünüyorum. Yaşının ne kadar genç olduğunu da düşünürsek ve artık mesleğinde olgunlaştığına göre en az 4/5'lik filmler beklemek hakkımız kendisinden...

1. Se7en (10)
1995

2. Fight Club (9.5)
1999

3. Zodiac (8.5)
2006

4. The Social Network (8)
2010

5. The Curious Case of Benjamin Button (7.5)
2008

Diğer: The Girl With the Dragon Tattoo (7.5), Alien (6.5), The Game (6), Panic Room (5.5).

Not: 13.01.2014'te liste güncellendi.

30 Mart 2009 Pazartesi

Avrupa liglerinde vaziyet #4: Almanya ve Fransa

Bayern Münih ve Lyon'un inanılmaz dominasyonuna artık alıştığımız bu liglerde, içinde bulunduğumuz sezon daha çekişmeli bir mücadele görüyoruz. Özellikle Almanya'da küçücük bir şehrin takımı Hoffenheim, oynadığı Werder Bremen tarzı cesur hücum futbolu ile, sezon başından beri gönülleri fethetti. Ama neticede bu tarz 35-40 maçlık serüvenlerde deneyim, geniş kadro, baskı ile baş edebilme vs. gibi unsurlar fazlasıyla öne çıkıyor. Bayern'in açık ara geri düştüğü haftalarda bile bu yüzden ben onların şampiyon olacağından emindim. Hâlâ da bu şekilde düşünüyorum. Çocukluğumdan beri nefret ettiğim bu iğrenç kulübün imkânları ve kadro kalitesi ile diğerleri arasında adeta bir uçurum var çünkü. Uzun vadede ne olursa olsun ipi onlar göğüsleyecektir.

Hamburg, Hertha, Wolfsburg ve Hoffenheim ise Şampiyonlar Ligi için mücadele ederler. Bu mücadeleyi seyretmek de büyük bir zevk, tadını çıkarmak lâzım. Almanya Ligi diğer büyük liglerden daha fazla gol olan, takımların savunma güvenliğini biraz daha gevşek tuttuğu ve görsel anlamda zengin bir lig. İlginç olan ise Werder Bremen'in durumu. Futbolu seven herkesin gönülden desteklemesi gereken bu muhteşem zihniyetli ekip, uzun süredir başlarında olan teknik direktörleri ve Diego ile Pizarro gibi yıldız isimlerine rağmen deplasmanlardaki skandal performansı yüzünden 9 mağlubiyet alıp ilk 8'in dışında kaldı. Bir an önce toparlanmalarını diliyorum.

Fransa'da ise Lyon'un liderliği sürpriz değil ama bu liderliğin sadece 1 puan farkla olması gerçekten de inanılmaz bir sürpriz. Bordeaux, Lille, Toulouse ve PSG'nin de 2-3 puan geriden gelmeleri ve de Şampiyonlar Ligi'ne girebilmek için ortaya koydukları muazzam mücadele, ortaya çok keyifli bir manzara çıkarıyor. Millî maçlar dönüşü Lyon, Le Mans deplasmanında puan kaybederse çok daha güzel olur.

29 Mart 2009 Pazar

Khimki cheerleaders

Terim'in hediyesi

Maç öncesi cesur bir kadroyla sahaya çıkan Terim, bunun karşılığını da ilk yarım saatteki sağlam oyunla pozisyon vermeden aldı. İlk yarının son 15 dakikasında biraz daha agresif ve isabetli pas yaptı İspanya, ama Torres'in şutu dışında hiçbir tehlike yaratamadılar. İlk yarıda Türkiye'de en çok sırıtan oyuncu her zaman olduğu gibi (kerametini hâlâ anlayamadığım) Nihat idi.

İkinci yarının başında Terim devreye girerek Semih'i oyundan aldı ve maç orada bitti. Yorumcu Rıdvan hoca ise bu değişikliği onaylar biçimde "çok pas yapmaya başladılar o yüzden orta sahayı kalabalık tutmak istiyor hoca" gibi bir yorum yaptı. Bu kadar saçma bir yorum olur mu? O zamana kadar takımın top tutmasını sağlayan, hemen her 2 hava topundan birini alan, İspanya'nın topa sahip olma süresini azaltan Semih oyundan alınır mı? Eğer illâ biri alınacaksa, sıfır katkıyla oynayan Nihat olmalıydı bu.

Gol gelince oyuna Gökhan Ünal'ın alınması ikinci, Emre'nin çıkarılıp Sabri'nin alınması ise üçüncü ve en büyük rezillik. Bu maç bir kere daha gösterdi ki Fatih Terim oyuncu değişikliklerini tamamen "ya tutarsa" mantığı ile yapıyor. Tuttuğu zaman kahraman oluyor, bu geceki gibi maçı resmen rakibe hediye ettiğinde ise hiç kimsenin korkudan sesi çıkmıyor. Bugünkü teknik direktörlüğü tek kelime ile skandaldı. Bosna'nın deplasmanda Belçika'yı yenmesi ile işler de iyice karıştı bu grupta.

İspanya (4-3-1-2): Casillas 8 - Ramos 10, Albiol 7, Pique 8, Capdevila 7 - Senna 7, Alonso 8, Cazorla 7 (77' David Silva 6) - Xavi 8 - Torres 6 (88' Llorente), Villa 5 (63' Mata 6)

Türkiye (4-4-2): Volkan 8 - Gökhan Gönül 8, Emre 8, Hakan 8, Üzülmez 6 - Tuncay 6, Aurelio 8, Emre 7 (84' Sabri 5), Arda 6 (77' Gökhan Ünal 3) - Semih 7 (57' Ayhan 5), Nihat 1

Goller (1-0): Pique 60'