10 Ekim 2009 Cumartesi

Belçika 2 - Türkiye 0

Türk millî takımı, tarihî bir farktan kurtulduğu maçta Belçika'ya deplasmanda 2-0 mağlûp oldu. Bosna'nın kazanmasından sonra (Dünya Kupası özelinde) zaten formalite maçına dönüşmüştü bu karşılaşma ama milyon dolarlar kazanan futbolcuların bu kadar vurdumduymaz, profesyonellikten uzak ve ruhsuz olmasını nasıl açıklayacağız? Hani bizim imparator ve şürekâası, birer motivasyon gurusuydu? Hadi elbirliğiyle 2010'u denize attınız, bari şu iki maçı kazanın da 2012'nin kura çekimleri için hayatî derecede önemli olan kademeyi elde edebilesiniz. Ama nerede? Sanki Estonya'nın Bosna'yı yenmesini gerçekten bekleyen birer safmış gibi, adeta afyon yutmuşçasına uyuşuk ve ruhsuz bir oyun sergiledi millîler. İkinci yarıda rakibin tamamen kapanmasıyla topa daha fazla sahip oldular ama başarıyla uygulanan alan savunmasını aşmayı da bir türlü beceremediler.

Teknik direktör zaten tam bir skandal. Ona birçok yazıda defalarca değindim; şansı yanında olmadığında tam bir cüceye dönüşen ama kendisine ölesiye tapan bir narsist, ego-manyak ve zavallı Fatih Terim. Oynadığı abuk-sabuk kumarlarla ve büyük oranda şans yardımıyla çevrilen maçlar sayesinde bir taktik deha olarak görülmesine ise gülelim mi, ağlayalım mı, bilmiyorum. Hikmet Karaman'ın, son oynanan G.Saray maçında Mehmet Çakır'ı önce (4-4-1-1 sisteminde) Metin'in yerine tek forvet olarak oyuna alıp sonra Ceyhun'un çıkmasıyla birlikte sistemini 4-5-1'e döndürüp Semavi'yi içeri çekmesi ve Çakır'ı sağ kanada koyarak rakip sol bek ile oynatmasınun benzeri bir "akıl" ortaya koyduğunu hiç görmedim çakma imparatorumuzun bugüne kadar. Skoru korumak için savunmaya destek olarak yapılan değişiklikler veya skor olarak geri düştüğünde akıl yoksunu bir şekilde forvet sayısını arttırma dışında başka bir hamlesini gören varsa da beri gelsin. Bunun yanında bir ekol, bir oyun modeli var mı millî takımın? Yok. G.Saray'da hasbel kader bir oyun modeli oluşturulmuştu 4 senede ama sonradan Terim'in kendisi de dünya futbolunun gittiği yere yönelerek kontrol futbolu saplantısına düştü. O zamandan beri de bir daha iflah olmadı zaten. Neyse sabaha kadar uzatılabilir. Ama şurası bir gerçek: Terim 9 yıldan beri dünyanın en başarısız teknik direktörlerinden biri. Herkes bunu görsün. Mental olarak tam bir skandal diyebileceğimiz onlarca oyuncumuz var. Bunları idare edebilecek akıllı bir hoca (bence Lucescu) gelmedikçe millî takımdan bundan sonra da bir halt olacağını zannetmiyorum.

Bosna bitirdi

Bosna-Hersek, beklendiği gibi Estonya'yı deplasmanda yenerek Dünya Kupası vizesini aldı. Bizim içinse serüven bitti, "imparator" bir kez daha kaybetti. Tıpkı Euro 96'daki, Fiorentina'daki, Milan'daki ve (ikinci kez geldiğinde) G.Saray'daki gibi... Yine kaybetti. Zaten sadece bir kez kazandı (2000'de). Onun dışında kariyeri hep yerlerde süründü. Bundan sonra nereye giderse, orada da farklı olmayacak. Göreceğiz.

9 Ekim 2009 Cuma

Rijkaard'ın takımına genel bakış

Son dönemde bloglardaki en popüler konu G.Saray ve Rijkaard. Bunun böyle olması da gayet normal çünkü ülkedeki milyonlarca G.Saray taraftarı neredeyse ligin bitimine 10 hafta kala şampiyon olacaklarına körü körüne inanmışken, 1 hafta içinde Olympos Dağı'nın tepesinden süratle yere çakıldı. Yazılarını ve yorumlarını okuduğumuzda, birçoğunun sudan çıkmış balığa döndüğünü net bir şekilde görebiliyoruz. Onların da içinde Rijkaard'ın önemli hatalar yaptığına dair bir his bulunmakla birlikte, bunun tam karşısında duran "Rijkaard'a tapınma" içgüdüsü ve onun kişiliğinde Hagi'den beri sürekli arayıp bir türlü bulamadığı kahramanı bulduğunu zannetme rüyası yüzünden ne yapacaklarını, ne düşüneceklerini, ne söyleyeceklerini şaşırmış durumdalar. Kendi içlerinde de ciddi bir bölünme yaşadıklarını; tutucular/bağnazlar, özgürlükçüler ve aklı selimler olarak üç ana hatta ayrıldıklarını gözlemlemek mümkün. Halbuki aklı selim olanların da belirttiği gibi aslında kaybedilen sadece 5 puan. Amma ve lâkin sezon başından beri bu blogda yazdığım gibi G.Saray hiç ama hiç iyi futbol oynamıyor ve taraftarların pek çoğu bunu görerek takıma beslediği, o kerameti kendinden menkul inancın oldukça uzağına savrulmuş durumda şu anda. Bu durumda (okumak isteyen okur, istemeyen okumaz) ben de mevcut durumla ilgili düşüncelerimi yazmak isterim. Bazılarının aklının almadığı şekilde, "tarafsız" olarak hem de...

Rijkaard'ın kariyerine şöyle bir baktığımız zaman, Hollanda millî takımıyla Euro 2000'de yaşadığı hüzünlü yarı final ve Sparta Rotterdam ile küme düşmesi sonrasında pek çok futbolseverin teknik direktör olarak ondan ümidi kestiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Söyleyebileceğimiz bir başka şey, eğer Hollandalı olmasa asla ve asla o CV ile Barcelona'nın başına (ömür boyu) teknik direktör olamayacağıdır. Ama Katalan kulübündeki Cruyff tandanslı Hollandalı hakimiyeti mâlûmunuz. Dolayısıyla o âna kadarki kariyeri ile hak etmemiş olsa da Barcelona gibi bir kulübe hoca olması büyük bir şans.

Orada geçirdiği 5 yıla baktığımızda ise kötü başlayan bir serüveni kendisine güvenilmesi, zaman tanınması ve istediği ortamın yaratılması sayesinde bir masala dönüştüren ve Barcelona'dan önceki zayıf karnesini tamamen unutturan genç bir cevher görüyoruz. Sadece kazanılmış kupa ya da şampiyonluklar değil, Rijkaard'ın futbol dehasını yansıtan pek çok ayrıntıyı bu dönemden yakalayıp çıkarmak mümkün. Daha önce bir yazıda da belirtmiştim: Dünya üzerinde o özelliklere sahip bir Messi'yi sağ açık, Ronaldinho'yu ise sol açık olarak oynatacak bir Alex Ferguson vardır, bir de Rijkaard herhalde. Kalıbımı basıyorum, faal teknik direktörlerin %99'u Messi'yi kariyerinin başından itibaren sol açık, forvet arkası ya da forvet olarak kullanırdı. Aynı şekilde Ronnie'yi de forvet arkası ve forvet olarak. Ama Rijkaard Messi'yi hem özelliklerini en iyi sergileyeceği hem de öldürücü bir silaha dönüşeceği sağ kanada yerleştirerek (bana göre) büyük ve sıra dışı bir şey yaptı. Ben bu hadiseyi, göründüğünden çok daha fazla önemsiyorum.

Bunun dışında oyun anlayışı olarak riskli, alanı kendi kalesinden uzakta daraltan ve sürekli baskı yapan bir mentalite gördük 5 yıl boyunca. Sistem olarak ise (her kafadan abuk-sabuk bir sürü ses çıksa da) 4-1-2-3 oynadı Barcelona. Bunu 4-1-4-1, 4-3-3 ya da benzeri başka bir sistem ile karıştırmak, seyrettiğinden hiçbir halt anlamayıp sallamaktır bana göre.

Messi'nin sağ açık olmasının yanı sıra Gudjohnsen'in sol iç orta saha, Krkic'in tek forvet (!) olduğu; yılların target striker'ı Henry'nin sol açığa evrildiği müthiş bir mekanizmaydı o takım. Dünya futbol tarihinin en iyi ekiplerinden biriydi. Guardiola döneminde ise üzerine biraz daha koyup bana göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi takımı oldular. Bu yapının temelini atan Rijkaard ise haklı olarak tüm futbol camiasının takdirini kazandı. Adı (başta Chelsea olmak üzere) dünyanın en büyük kulüpleriyle anıldı. Ama işte... Hiçbirisi almadı onu.

Bir kere, düşünülmesi gereken birinci husus bu: Niye Rijkaard G.Saray'a kaldı? Neden yazıldığı gibi o büyük kulüpler, hadi onları da geçtim PSV, Ajax, Benfica gibi takımlar almadı onu? Bunun cevabını ben de bilmiyorum. Ama bir fikrim var: Almadılar, çünkü o muhteşem Barcelona macerasına rağmen Rijkaard teknik direktör, oyun okuma uzmanı, taktisyen, insan yöneticisi vs. olarak henüz kendini kanıtlamadı. Geçenlerde bir Real-Barça maçının tekrarını izledim, 2004/5 sezonundan. Real maçı 4-2 kazandı ve Real'in o maçta orta saha ve forvetindeki isimler şöyle sevgili dostlar: En uçta Ronaldo ve Owen; arkalarında Raul, Zidane ve Beckham; ön liberoda Gravesen!!! Bu takımda modern futbolun istediği fizik gücüne sahip ve pres yapabilecek yegane oyuncu Gravesen. Hadi biraz da Beckham diyelim. Ve Rijkaard'ın başında olduğu bir takım, böyle bir orta saha ve forveti olan takımdan 4 gol yiyip mağlup oldu. Oysa siz bu orta saha ile Ferguson, Capello, Mourinho ya da Lippi'nin karşısına çıkın; hatta iddia ediyorum, Chievo'nun, Genoa'nın, Napoli'nin karşısına çıkın, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Ama işte maç başında esame listesinde bu kadroyu gördüğünde zil takıp oynaması gereken Rijkaard'ın takımı sahaya çıkıp 4 gol yiyerek maçı kaybetti.

Tek bir maç kriter olur mu demesin hiç kimse, elbette olmaz. Ama Rijkaard o maçtan ne ders aldı derseniz, üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen G.Saray'daki icraatlarına baktığım zaman o maçtan bir gıdım ileri gittiğini göremiyorum. Belki benim körlüğüm ya da bilgisizliğimdir, bunu göreceğiz. Ama sezon başından beri Rijkaard ve G.Saray için ne yazdıysa hepsinde haklı çıkan tek insan evladı olarak bu konudaki görüşlerimi yazmaya devam edeceğim. Sadece son A.Gücü maçı değil, bütün maçlarda çıkardığı kadrolar, oyuncu seçimleri ve değişiklikleri ile şahsen bana hiç ama hiç umut vermiyor Hollandalı teknik adam.

Bir kere hep söylediğim gibi bu Mustafa Sarp nereden çıktı be birader? Bu kadar kıymetli bir adamdı madem, tek bir G.Saraylı'nın bile (üstelik kendilerine gol atmasına rağmen) "şu adamı alalım" dediğini neden görmedik, duymadık? Ben bu adamı 3-4 senedir seyrediyorum ve futbolcudan da çok iyi anlarım. Ve diyorum ki, şu bildiğiniz Emre Toraman var ya, Sarp'ın ondan üstün tek bir özelliği bile yok. Bire bir kopya bu ikisi. Mehmet Topal bana göre formda olduğunda bu ülkenin en iyi ön liberosu; eğer Topal 10 üzerinden 8'lik bir oyuncuysa, Sarp da en fazla 5, bilemedin 6'dır. Hal böyleyken, Topal da sakat değilken, Rijkaard'ın Sarp'ı her maç ilk 11 oynatması ilk büyük hatası. Ve benim açımdan da soru işareti.

İkinci büyük hatası, G.Saray gibi büyük ve "kendi oyununu oynayan" bir takımın Sarp-Topal ikilisinden sadece birine tahammül edebilecekken Rijkaard'ın bu ikisini birden oynatıp takımı adeta kabız bir insana dönüştürmesi. Hücuma destekten anladığınız yan toplara gidip kafa vurmak ya da maç içinde 1-2 kez defans arasına koşu yapmaksa sorun yok. Ama iş hep değindiğim gibi "oyun yapmaya" geldiğinde bu ikisini ben Eskişehir ya da A.Gücü hocası olsam bile yan yana oynatmam. Yanlarına sırasıyla Ayhan, Elano ya da Barış, Hakan Balta'yı koyarım ama asla Sarp ve Topal'ı yan yana oynatmam. Bunu yazdığımda Sarp hayranı kesilmiş bünyeler eleştiri yağmuruna tuttular beni ama şimdi ne düşünüyorlar? Yazarlarsa öğreniriz.

Üçüncü ve en büyük yanlış ise bu iki ön liberodan ziyade takımı kurarken yaptığı genel seçimler. G.Saray takımına baktığımızda sahada 2 kazma stoper, 1 kazma (ama seviyorum onu) sol bek, 2 kazmalar kazması ön libero, 1 deli fişek sağ bek, 4 tane de savunmaya hiç yardım etmeyen forvet oyuncusu görüyoruz. Bu topluluktan iyi ve homojen bir takımın çıkması im-kân-sız! Ha, biz Fenerliler gibi "iyi takım olmayalım, öyle ya da böyle başarılı olalım, bize yeter" deniyorsa hemen susarım. Ve bu tercihe saygı duyarım. Ama çoğunluk öyle demiyor. Çoğunluğun söylediği şey Rijkaard'a sabredilirse 2 yıl içinde bir uzay takımının ortaya çıkacağı. Ben de diyorum ki, bu oyuncular ve bu oyuncu tercihleri ile bırakın çok iyi futbol oynamayı, Avrupa'da orta sınıf bir takım bile olabilmek çok zor. Bunun doğru olup olmadığını göreceğiz. Türkiye'de becerikli ayaklar ve beceriksiz rakiplerle her şey olursunuz (işte Fener 8'de 8 şu anda). Ben ondan söz etmiyorum. Sonuçlardan bağımsız bir "iyi takım" olmaktan söz ediyorum. G.Saray bu kafayla giderse hem onu olamayacak, hem de Fener gibi "kötü de oynasa neticeye giden" bir takım olamayacak. Çünkü Rijkaard öyle bir hoca değil, hiçbir zaman da olmadı. Eğer neticeyi alıyorsa bunu iyi futbolla yaptı bugüne kadar. İyi futbol oynatamadığında ise neticeden çok uzakta kaldı. Ben diyorum ki, G.Saray'da da böyle olacak. Çünkü bu kadro seçimleri ve oyun şekliyle başka türlüsü imkânsız.

Ama öyle bir görüntü var ki, futboldan hiç anlamayan bir sürü insan Rijkaard'ı eleştiriyor; onlardan bile daha bilgisiz bir başka grup onu körü körüne savunuyor. Sahada ne olup bittiğini gerçekten gören birilerine rastladığımda ise hem çok şaşırıyor hem de hemen okumaya başlıyorum. Ama bunların sayısı da o kadar az ki...

Yazının özeti şu: G.Saray'ın aklı selim olmayan genişçe bir taraftar kesimi mal bulmuş mağribi gibi Rijkaard'ın, Elano'nun vs. üzerine atladı daha hiçbir şey görmeden. Madem o kadar seviyorsunuz, o zaman susup bekleyin bir müddet. Ama öte yandan görünürdeki manzarayı tamamen göz ardı edip hülyalara dalmak da, ileride çok büyük hayal kırıklıklarına vesile olabilir. Herkes sezon sonunda her türlü sonuca ve manzaraya hazırlıklı olsun bence. Eğer şampiyon olunmasa bile futbol olarak bir "temel" atılmış ve ortaya konulmuş olursa (ki ben bunun olmayacağını söylüyorum), bu olay 5 şampiyonluk kadar değerli olacaktır.

7 Ekim 2009 Çarşamba

1989'un en iyi filmleri


1. The Cook, the Thief, His Wife and Her Lover (10)
Peter Greenaway

2. Crimes and Misdemeanors (10)
Woody Allen

3. The Fabulous Baker Boys (9)
Steve Cloves

4. Sex, Lies and Videotape (8)
Steven Soderbergh

5. Do the Right Thing (8)
Spike Lee

Diğer: Batman (8), The Abyss (8), Kiki's Delivery Service (8), Glory (7), The Killer (7), Drugstore Cowboy (7), Say Anything (7), My Left Foot (7), Field of Dreams (7), Dead Calm (7), Driving Miss Daisy (7), Born on the Fourth of July (6), Uçurtmayı Vurmasınlar (6)

Görmediklerim: Bei qing cheng shi, Black Rain, The Seventh Continent, Henry V, Lonesome Dove, Heathers

6 Ekim 2009 Salı

Fener'in hassas kadro yapısı

Fenerbahçe için şu başlıktaki tabiri belki de 20 senedir kullanıyorum. Her ne hikmetse, hassas diyemeyeceğim bir kadro hiç olmadı bu kulüpte. Ya Rıdvan, Aykut, Tanju gibi koşmayan forvetler; ya da Oğuz, Stoilov, Novak, Okocha, Revivo, Rapaic, Yusuf, Ceyhun gibi koşmayan orta sahalar gördük yıllar boyunca. Hiçbir zaman modern futbolun istediği fizik güce, pres bilgisine ve takım oyununa sahip bir topluluğa şahit olmadık. Alex geldiğinden beri ise böyle bir şey zaten mümkün değil.

O zaman ne çıkıyor? Teknik direktör farkı. Eğer elinizde "hangi hoca gelirse gelsin, nasıl bir anlayışla oynarsa oynasın şampiyon olur" diyebileceğiniz bir kadro yoksa (ki dünyada böyle bir şeyin olup olmayacağı tartışılır, Fener'de olmadığı ise kesin) o zaman en önemli husus hangi teknik direktörle anlaşıldığıdır. Dolayısıyla sezon başında Daum transfer edildiğinde, tüm mesaisini "kazanan bir takım" yaratmak üzerine harcayan bu hocanın çok isabetli bir tercih olduğunu savundum. Hatta Aykut'tan sonra en önemli transfer bile dedim. Daum'un gelişini protesto eden, aynı suda iki kere yıkanmayacağını vs. söyleyen onlarca skor yazarı şimdi ne diyorlar, okumadığım için bilmiyorum. Muhtemelen o fikirlerinden vazgeçmişlerdir.

Fener kadrosunda presi "bilmeyen ve yap(a)mayan" oyuncu sayısına baktığımızda azımsanmayacak bir rakam ile karşılaşıyoruz: Andre Santos, Kâzım, Alex, Guiza, Deivid ve Semih başta olmak üzere, pres zamanlamasını bilmeyen ve oyun yapıları itibarıyla "ısırımayan" pek çok oyuncu sayılabilir. Presçi oyunculara baktığımızda ise Cristian, Emre, Selçuk ve Mehmet Topuz'u ilk sırada sayabiliriz. Dolayısıyla Alex ve Guiza'nın ilk 11 oynadığı bir takımın orta sahasında bir de Andre Santos ve Kâzım'a yer verildiğinde takım kimyası darmadağın oluyor. Daha önce zaten Andre Santos ile ilgili düşüncelerimi yazmıştım: Kendisi aslen bir bek oyuncusu ve ortanın solu için hem fazla yumuşak hem de o bölgenin özelliklerini haiz değil. Halbuki defansın solunda oynasa ve önünde fizik gücü tam yerinde olan bir Özer olsa, kusursuz bir kanat organizasyonu yaratılabilir. Kâzım ise benim bir türlü ısınamadığım bir oyuncu. Takım oyununa hiçbir şekilde adapte olamadığı gibi, oyun mentalitesi de sorunlu ve dörtlü orta sahanın sağında oynamaya hiç müsait değil. Ama ilk günden beri kendisiyle ilgili düşündüğüm şeyi yineleyeyim: Bir santrfor olarak kendini geliştirse olağanüstü bir oyuncu olabilir. Gol vuruşları, top saklaması, adam geçmesi, sert şutları ve hava hakimiyeti ile bir forvette bulunması gereken pek çok özellik var Kâzım'da. Kadıköy'deki nispeten kolay bir maçta denense de, bir de orada görsek.

Velhasıl, Fener'in bu haftaki G.Birliği maçında da görüldüğü üzere Cristian ve Emre'ye binen yükü de azaltmak adına mutlaka Topuz'u ilk 11'de oynatması gerekiyor. Sakatlığını tamamen atlattığında ve maç eksiğini tamamladığında Özer de sola geçerse, Fener taraftarını mest edecek bir takım görebiliriz. Deivid, Selçuk ve Uğur bunların yedeği olur. Sezon başında belirttiğim gibi Emre'ye alternatif (Murat Ceylan, Sezer Badur gibi mesela) bir oyuncunun alınması da gerekiyor ara transferde.

Forvette Alex zaten alternatifsiz. Ona bir şey olduğunda Deivid orada kullanılır. İleri uçta ise Semih giderek Fener'de direkt oynayacak bir oyuncu olmadığını daha fazla gösteriyor. Guiza kaçırdığı gollerle taraftarı çıldırtsa da, inanılmaz özellikleri olan çok kaliteli bir oyuncu. Zaten gol vuruşları da kusursuz olsa Real Madrid'de oynardı. Ama topsuz oyun, yardımlaşma, oyun zekâsı (attığı ara pasları) ve sezgiler konusunda müthiş olduğunu söyleyebiliriz. Ben yine de yukarıda değindiğim gibi Fener'in 4-4-1-1 sisteminde ileri uçta Kâzım'ın mutlaka denenmesi gerektiğini düşünüyorum. Şu hâliyle Semih'ten ve Guiza'dan daha güçlü ve özellikleri itibarıyla da sisteme çok uygun. O olmazsa Guiza'nın şu durumunu bile mevcut Semih'e tercih ederim. İnşallah daha kötüye gitmez.

Defansta Gökhan'ın Kâzım'dan kurtulduğu için giderek kendine geleceğini düşünüyorum. Lugano ve Bilica birbirlerini her maç daha iyi anlıyor ve tanıyor. Bilica sorumsuz futbolunu ne kadar dizginlerse kendisi ve takım için iyi olur. Sol bekte ise ilk isim Andre Santos, ikinci tercih Vedo olmalı. Carlos'a ise devre arasında mutlaka yol verilmeli. Defans yedekleri Önder, Bekir, Deniz ve Vedo olur ve bence yedek olarak bakıldığında fena da değil bu dörtlü.

Özetle Fenerbahçe'nin kadrosu her yıl olduğu gibi kimyası bozuk bir kadro. Alex'in olduğu bir takımın orta saha ve forvetindeki oyuncu seçimleri burada en hayati mesele. Daum, Kâzım'ın orta sahada olduğu bir takımla Topuz'un olduğu bir takım arasındaki farkı herhalde görmüştür. Dediğim gibi Andre Santos da orta sahadan geri çekilip Özer'e (o olmazsa Uğur hatta) yer açılırsa takım çok daha homojen bir yapı arz edecek. Topuz'u seyretmeye yeni başladık, merakla ve heyecanla hepimiz Özer'i bekliyoruz şimdi.

4 Ekim 2009 Pazar

Pişkinlik âbidesi

Bu gece oynanan Beşiktaş-Denizli maçının nesini yorumlayalım? Pişkinlik âbidesi bir başkan, daha ikinci saniyeden itibaren o başkanı istifaya davet eden taraftar, o taraftara sırıtarak tempo tutan başkanın karısı, birbirleriyle kavga eden enteresan çıkar grupları, yönetim tarafından hazırlatıldığı gün gibi âşikâr olan zavallı bir pankart (bu rezil adamlar pankart hazırlatmaya alışıklar, geçmişten biliyoruz), şuurunu kaybetmiş bir hoca ve her şeye rağmen sahada bir şeyler yapmaya çalışan oyuncular topluluğu.. Hepsi bir yana, bizim çocukluğumuzun meşhur atasözü olan "ne olacak bu Fener'in hâli?" cümlesini rahatlıkla Seba sonrası Beşiktaş'ına uyarlayabiliriz; artık bu çok net. Ama şunu unutmayalım, taraftarlar önce iğneyi kendisine batıracak. Yıllarca Bilgili ve Demirören gibi adamların kendilerini resmen aptal yerine koymasına onlar izin verdi sonuçta. "Ahmet Dursun, Seba gitsin!" diye bağıran şerefsizler şimdi nerelerine kına yakıyor acaba, çok merak ediyorum. Ya da takımı "büyük kaptan takımı buraya getir" diye çağırıp, önlerine gelen oyuncuları "hepiniz o.. çocuğusunuz!" diyerek rencide eden aşağılıklar? Ya da geçen seneki çifte kupaya sevinip, bunca yıldır aleni bir biçimde kulübün parasını çalan (evet göz göre göre hırsızlık bunun adı ve bir gün hesabı mutlaka sorulmalı) ve programlı bir şekilde kendisine borçlandıran bu iğrenç başkanın yaptıklarını göz ardı eden zavallılar nerede şimdi? Bu soruları sabaha kadar uzatabilirim.

Neticede görülmesi gereken ve gün gibi açık olan gerçek şu: Beşiktaş'ın ikiyüzlü ve günü yaşayan bir taraftarı var. Ben öyle olmadığım için rahatça söylüyorum bunu. Benim için Fener 10 yıl üst üste şampiyon da olsa Aziz Yıldırım aynı derecede itici bir adamdır. Ya da 1000 gol ve 1000 asist de yapsa Alex aynı bencil ve içten pazarlıklı Alex'tir; bunlar günün koşullarına göre değişmez. Ama Beşiktaşlılar takım biraz iyi gidince rakiplerine saldırıyor, takım kötü gidince bu sefer kendi takımına saldırıyor. Dünya üzerinde tuttuğu kulübe bu kadar zarar veren bir taraftar grubu olduğunu zannetmiyorum (belki Trabzon taraftarı olabilir). Bu yüzden Beşiktaş'ın aklı selim ve milyonları teşkil eden geniş ve "asıl" taraftarları (ki kendileri bu kulübün gerçek sahibidir) kulüp içindeki bu başkan, tebaası, Denizli, Rüştü ve de en başta tribündeki o iğrenç taraftarları sonsuza kadar ayıklamak zorunda. Yoksa Türkiye'de iki büyük kulübün olduğu gerçeği, her geçen sene daha da netleşecek.

Not: Geçen yıldan beri "Mustafa Denizli ve Demirören ile şampiyon da olsa bu kulübün geleceği karanlık" diye yazıp duruyorum. Okumak isteyenler Beşiktaş etiketinden o yazıları okuyabilir. Orada edepli ya da çoğu zaman edepsizce bana tepki gösteren, sene sonundaki çifte kupayla havaya girip "kapak olsun" diyenlerin hâline şimdi ben acımayayım da kim acısın? Artık futbolu seyreden ve kendisine taraftar diyen insanların (hangi takımı tutarlarsa tutsunlar) aklını başına toplayıp ikiyüzlülükten uzak, istikrarlı ve edepli bir bir çizgiye girmesinin zamanı geldi. Tabii anlamak isteyene...