27 Şubat 2010 Cumartesi

Biri Real'i durdursun

Geçen hafta Villareal'e 6 gol atan Real Madrid, bu hafta da Tenerife'yi deplasmanda 5-1 yenerek şampiyonluk yolundaki rakibi Barça'ya adeta göz dağı verdi. Ronaldo'yu forvette serbest oynatıp, Raul'u kenara çektiği; Higuain'i santrfor, Kaka'yı forvet arkası oynattığı günden beri Pellegrini'nin takımı önünde durulmaz bir makineyi andırıyor. Oyuncular birbirine alıştıkça, birbirinin stiline uyum sağladıkça daha iyiye gidiyorlar. Dünyanın en iyi ön liberosu Alonso ile müthiş teknik Lass'ın yanı sıra, muhteşem bir oyuncu olduğunu düşündüğüm Granero'nun görev aldığı orta sahaları neredeyse kusursuz. Defansta ise diğer hatlar kadar iyi olmadıklarını düşünüyorum. Tabii Ramos-Pepe-Albiol-Marcelo şeklindeki ideal defansları fena sayılmaz ama Pepe'nin sakatlanmasından sonra Ramos ortaya geçince Arbeloa sağ bek oldu (bugün Garay oynadı gerçi). Barça'nın defansının neredeyse yarı kalitesinde olan bu hat, en zayıf tarafları bence.

Barcelona eğer hata yaparsa, Real bunu değerlendirebilecek kapasitede şu anda. Seyri son derece hoş bir mücadele ve haftalar bizi bekliyor La Liga'da.



26 Şubat 2010 Cuma

Avrupa Ligi 2009/10 - Top 16

Rubin Kazan - Wolfsburg
Juventus - Fulham
Valencia - Werder Bremen
Hamburg - Anderlecht
Panathinaikos - Standard Liege
Benfica - Marsilya
Liverpool - Lille
Atletico Madrid - Sporting Lizbon

İlk maçlar 11, ikincileri ise 18 Mart 2010 tarihinde oynanacak.

25 Şubat 2010 Perşembe

G.Saray gol atmalı, Fener muamma

G.Saray-At.Madrid maçına artık 20 dakika var ve şaşkınlık içinde ilk 11'lere bakıyorum. G.Saray'da aylardan beri ne kadar zararlı bir ikili olduğunu ısrarla söylediğim Topal-Sarp ikilisi ilk 11'de. Ayrıca Emre Güngör gibi bu tip geniş alanda oynanmaya namzet maçlarda çok gerekli bir oyuncu sakat. Arda tek forvet, arkasında Keita-Elano-Caner üçlüsü var. G.Saray'ın bu kadrosunda Neill, Elano ve biraz da Balta dışında ayağı düzgün ve oyun zekâsı yüksek oyuncu yok (Arda forvet olduğu için onu saymıyorum). Bu yüzden topa hâkim olup oyuna hükmetme şansları da bence bulunmuyor.

Atletico ise Forlan'ı kulübede bırakıp Agüero-Jurado ikilisi ile başlıyor. Teknik direktörün mutlaka düşündüğü bir şey vardır, maç başlayınca bunu göreceğiz. Reyes sağda, Simao solda başlayacak ama maç içinde değişebilirler de. Garcia ve Assunçao ise sağlam bir ikili orta sahada. Ben Atletico'nun bu maçta gol atacağını tahmin ediyorum. Dolayısıyla G.Saray'ın da en az 1 tane atması gerekiyor. Ha, yanılabiliriz de, ayrı konu. Ama Rijkaard'ın şu çıkardığı kadroya bakarak, takımına dolaylı yoldan aşıladığı zihniyeti beğenmedim.

Fenerbahçe'de ise 3-4-1-2 oynamaya müsait bir 11 olacak sahada. Geride Önder-Bilica-Deniz, ortada Gökhan-Selçuk-Emre-Vederson, önlerinde Alex ve ileride Güiza-Semih. Ama okuduklarımıza ve duyduklarımıza göre Semih sol açık, Gökhan sağ açık oynayacakmış. Böyle olursa Fener'in turu geçmesi tam bir mucize. Bir taraftar olarak zerre umudum yok maçtan.

Herkesin gönlüne göre bir akşam dilemekten başka bir şey gelmiyor elden.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Inter 2 - Chelsea 1

Mourinho'yu ve oynattığı futbolu seven birilerine bu dünyada rastlıyoruz zaman zaman ve benim böylelerine verdiğim ilk (ve dolayısıyla tek) tepki o an hemen diyalogu kesip oradan uzaklaşmak oluyor. Bu adam resmen futbol denen güzeller güzeli oyunun katili çünkü. Taraftar, camia, kulüp, televizyon başındaki yüz milyonlar, hatta kendi oyuncuları bile zerre kadar umrunda değil onun. Tek istediği ve düşündüğü şey kaybetmemek, olursa da kazanmak. Elinde 400 milyon avroluk bir takım var ama kendi sahasında, 85 bin seyircisi önünde kendi yarı sahasından hiç çıkmadan doksan dakika defans yaptırıyor o oyunculara. Bunun yanında tıpkı Terim denen muadili gibi onun oyuncularında da son raddede bir ahlâksızlık gırla gidiyor. O 30 yaşındaki koca koca adamlar onuru, gururu bir kenara bırakmış, sadece ve sadece kazanmaya programlı, bunun için de her yolu (ama her yolu) mübah sayan iğrenç yaratıklar hâline gelmiş. Kendilerini yerden yere atmalar, hakemi kandırmaya çalışmalar, itip-kakmalar, yalandan sakat numarası yapmalar vs. Düşünüyorum da, böyle bir adam ve onun bu kadar itici takımına olan nefretim, belki de Fener ve Liverpool'a olan sevgimden bile fazla. Onların kazanmasından çok bu aşağılık adamın kaybetmesini daha fazla istiyorum. Evet böyle. İkinci maçta da umarım bunu göreceğim.

Öte yanda Ancelotti gibi bir tosun var ki, onun 1-2 haftada bir kesip attığı tırnağı bile Mourinho gibi 100 tane şerefsize değişmem. Juventus, Milan ve şimdi de Chelsea'de sadece kafasındaki oyunu oynatmaya çalışan, oyuncularının hiçbirisinde bu geceki Lucio gibi tavırlara rastlayamayacağınız, kime karşı nerede oynarsa oynasın sisteminden ödün vermeyen on numara bir hoca. Aynı zamanda rakiplere sataşma, manipülasyonlar, gereksiz konuşmalar yok; sadece çalışmak ve işine bakmak var. Bu gece kendi takımı kadar değerli bir Inter ile (deplasmanda) oynamasına karşın kaleye tam 18 şut atan da yine onun takımı. Mourinho zamanında nefret ettiğimiz Chelsea'yi aynı oyuncularla sempatik ve oyun oynamaya çalışan bir takım hâline getiren de yine Ancelotti. Bu adamı gerçekten de çok seviyorum.

Maça gelirsek, 4-3-1-2 ile kendi yarı sahasında alan daraltan ve sadece kontratak arayan bir ev sahibi ile, 4-3-3 şeklinde sürekli pas yapıp topa sahip olmak ve gol atmak isteyen bir deplasman takımı vardı sahada. Ancelotti'nin tek değişik hamlesi çift forvetin arkasında oynattığı kontenjanı boşaltıp Kalou'yu sol açıkta görevlendirmek oldu. Maicon gibi dünyanın en iyi sağ beki diyebileceğimiz dinamik bir hücum silahını durdurmayı amaçlamıştı ve bunda da başarılı oldu denebilir. Ayrıca Kalou önemli deplasman golünü de atarak hocasının yüzünü kara çıkarmadı. Ballack sağ iç, Lampard sol iç, Mikel ön libero oynadı ve üçü de çok koştu. Ama Lampard ceza sahasından çok uzaklarda oynadığı için hücumda hemen hemen hiç katkı vermedi. İkinci yarıda Kalou yerine Sturridge girdiğinde de Chelsea'nin şablonu değişmedi. 8/18 şut atan bu takımın Inter'i İngiltere'de yenip eleyeceğini düşünüyor ve umuyorum.

Ne desem bilmiyorum sana

Inter-Chelsea maçını haftalardır bekliyoruz ve gerçekten de beklediğimize değen bir maç oldu diyebiliriz. Ama maçın kendisinden önce değinmek istediğim bir mevzu var: Şu maçı seyredenlerin aklında en fazla ne kalacak? Bana göre Lucio denen aşağılık, ahlâksız, onursuz, küçücük bir adam. Bu tip tabirler kullanmam bazı arkadaşları kimi zaman rahatsız ediyor ve onlara hak veriyorum. Ama Lucio gibi "hayvan"ların bu dünyada nefes alıp vermesinin, bu kadar onursuz bir şekilde evine ekmek götürmesinin ve sonunda maalesef "kazanmasının" beni ettiği kadar hiçbir şey, hiç kimseyi rahatsız edemez. 25 senedir futbol seyrediyorum; bunu söylediğim için de kendimden utanıyorum ama Lucio gibi adamların saha ortasında futbol hayatının bittiğini görsem zerre kadar üzülmem.

"Bu borç nasıl ödenir?"

"70 milyon dolarlık bir borç bulmak başarıdır ancak bu borcu alabilmek için geleceğe dönük birtakım gelirler teminat olarak gösterilip temlik edildiyse bu ciddi sorunlar doğurabilir. Ayrıca kredinin hangi şartlarda alındığının henüz açıklanmamış olmasını da etik açıdan doğru bulmuyorum."

"Sportif A.Ş.'de biriken paraları almak için AIG ile gereksiz bir kavga çıkartıldı. Başka bir ortak olduğu için bu paralar alınamıyordu, dolayısıyla mali bir disiplin vardı. Amerikan hükümetinin batmasına izin vermediği bir kuruluşu içeriye yüzde 20 ortak almışsınız, 20 milyonu da cebe almışsınız. Bir anlamda siz ona değil, o size ortak olmuş. Ondan faydalanmak yerine bir kavga çıkartıldı. Bu kavganın üzerine bir de adamların cebine para verildi, bir de sözde onlardan kurtulduk denildikten sonra sürekli olarak oradan para çekildi. Futbol A.Ş.'nin Sportif A.Ş.'ye 300 milyon borcu var, bunu ödemek mümkün değil. SPK çerçevesinde bu büyük bir suçtur. Dolayısıyla bu paranın ya iade edilmesi gerekir ya da fizyon neticesinde karşılıkli iptal edilmesi lazım. Biliyorsunuz ki iki şirket birleşince aktifler ve pasifler birleşiyor ve önceki tüm hareketler iptal ediliyor."

"Sportif A.Ş. Galatasaray'a fayda sağlamak için kuruldu ama bugün doğru dürüst bir işletme yapılmıyor, ki bunun neticesinde de Galatasaray'da çok büyük yaralar açıldı. Bizim zamanımızda 13 milyon dolar borcumuz vardı, bunun yarısı nakit, yarısı teminat mektubuydu. Şu an 70 milyon bankalara borç var ve ilave 70 milyon borç daha geldi. Bunun altından Galatasaray kalkar ama bunun altından nasıl kalkılacağını, yönetimimizin ne düşündüğünü bilmemiz gerekiyor."

G.Saray'ın eski başkanlarından Faruk Süren'in, sporx.com sitesine yaptığı açıklamadan derlendi..

Canını yerim senin...

Bilindiği gibi, geçtiğimiz dönemde (aynı zamanda Juventus hisselerinin de büyük çoğunluğunu elinde bulunduran) Fiat'ın sahibi Agnelli ailesi, giderleri kısmak için 30,000 fabrika çalışanını işten çıkartmıştı.

Bu hafta oynayacakları Juventus maçına, bu hadise nedeniyle ekstra motivasyonla çıkacaklarını belirten Palermo'nun yıldız golcüsü Fabrizio Miccoli, ANSA'ya yaptığı açıklamalarda, "Sezon başından beri her maça kazanmak için çıktık ama bu sefer daha farklı. Fabrika işçileri bizden, Juventus'u onlar için yenmemizi istediler. Bu bizi daha da hırslandırdı. Biz de halkın içindeyiz. O fabrikadan hayatlarını kazanan, ailelerini geçindiren insanlar da bizim dostumuz. Juventus karşısında onlar için galip geleceğiz" dedi.

Bu klas, duyarlı ve insanca jestiyle "gönlümüzde yer etmiş topçular" listesine üst sıralardan giren Miccoli'ye ta buralardan "salute!" diyorum.

23 Şubat 2010 Salı

Hadi ordan!

"Umutsuzluğa kapılmak, hataları kıyasıya eleştirmek, sahada hata yapanı yuhalamak, kısa vadeli düşünmek en basiti… Ancak esas olan; sıkıntılı günde destek olmak, yeniden elele verip omuz omuza mücadele edip, dirilmek. Henüz hiçbir şey kaybedilmemişken, takımımız ligde şampiyonluk iddiasını en güçlü aday olarak sürdürürken, UEFA Avrupa Ligi'nde sadece bir gol bile tura yetecekken, Türkiye Kupası'na bu kadar yakınken, Fenerbahçe camiasının ümitsizliğe düşme lüksü yok. Düşmeyecektir de! Takımının başarılarını alkışlayan eller, destek olmak ve güç vermek için bugün de alkış tutarsa, emin olsunlar ki o alkışlar, o destek sahaya güç olarak yansıyacak.

Tüm kulvarlarda başarı için camiamız kenetlenecek, her türlü saldırı ve eleştiriye direnecek. Başarısız olmak için bölünüp parçalanmamızı bekleyenler, her sendelememizi kutlama vesilesi olarak görenler, boşuna ümitlenecek. Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu'nda formasını kulübüne hizmet için teriyle yıkayan hiçbir futbolcu yuhalanmayacak, hepsi alkışlanacak. Taraftarı futbolcusunu, futbolcu taraftarını alkışlayacak, güç verecek. Bu takım bizim; 100 yılı aşmış dev bir çınar olan Fenerbahçe'nin takımı olması ve üzerinde efsane Fenerbahçe formasını taşıması nedeniyle hep destek görecek. Camiamız verdiği desteğin, birlik ve beraberliğinin ödülünü kupalarla alacak, taçlandıracak. Yaşadığımız sıkıntıları aşmak adına herkes hatalarından ders çıkaracak. Mücadele, terimizin son damlasına kadar sürecek. Herkes üzerine düşeni yapacak, yaptık, yine yapacağız kazanacağız; çünkü biz Fenerbahçeyiz."

Fenerbahçe Spor Kulübünden yapılan açıklama...

Not: Artık taraftar bunları yemiyor. Yoksa yiyor mu?

22 Şubat 2010 Pazartesi

Sergen Yalçın #4

"Bilica'nın çiftvuruşa neden olan hareketinin mantığı nedir, mentalitesi nedir, ben anlamadım. Bu pozisyonda teknik direktör olsan sahaya girersin. Ben mesela Alex olsam gidip Bilica'ya saldırırım burada."

NTVSpor'daki programından...

Not: Maçı seyretmediğim için maçla ilgili yorum yazamıyorum ama yaşananları duyunca "iyi olmuş" demekten kendimi alamadım. Bu ruhsuzlar bu sene herhangi bir kupada başarısız olursa değil, başarılı olursa yazık.

Avrupa'daki en güzel mücadele

Avrupa'nın büyük liglerinde son yıllarda bazı takımların sağladığı dominasyon bu sezon da kendini gösteriyor. Örneğin İspanya'da Barcelona'nın şampiyonluğu neredeyse %80 ihtimal. İngiltere'de Chelsea o kadar favori olmasa da bu hafta puan farkını 4'e çıkararak yeniden ciddi bir avantaj yakaladı. İtalya'da Inter zaten en az 2 yıl daha şampiyonluğu kimselere bırakmaz diye düşünüyorum. Almanya'da ise Leverkusen bugüne kadar iyi getirmiş olsa da birkaç hafta sonra Bayern zirveyi ele geçirir ve ondan sonra da bırakmaz bence.

Benim dikkat çekmek istediğim mücadele ise Premier League'de dördüncülük için yaşanan kıyasıya yarış. Bizim ülkede büyük takımlar için hâlâ ikinciliğin ne kadar büyük bir piyango olduğunu hiçbir yönetici anlayamadı ama Avrupalılar Şampiyonlar Ligi'nde oynamanın değerini bizden kat be kat fazlaca biliyor. Dolayısıyla ilk üç sıranın neredeyse kesinleştiği İngiltere'de dördüncülük, Devler Ligi'ne giden trenin son bileti olduğu için ziyadesiyle önem arz ediyor. Bu kontenjan için Man City, Liverpool, Tottenham ve Aston Villa, sezon sonuna kadar sürecek bir azim ve kararlılıkla, kendilerini seyreden futbolseverlere müthiş bir mücadele sergileyecek. Bunu tahmin etmek hiç zor değil.

An itibarıyla Tottenham 27 maçta 46, City 26 maçta 46, Liverpool 27 maçta 45, Aston Villa ise 26 maçta 45 puana sahip. Tottenham'ın fikstürüne baktığımızda iki hafta sonra City deplasmanında hayatî bir maça çıkacaklar. Ayrıca 34 ve 35. haftalarda kendi sahasında Chelsea ve Arsenal'ı ağırlayacaklar. 36. hafta ise Old Trafford deplasmanı var. Bu açıdan inanılmaz zor bir fikstürün onları beklediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

City ise bu hafta Chelsea deplasmanına gidiyor. Kazanmaları çok zor olan bu maçta 1 puan fazlasıyla iyidir. Onun dışında rakibi Liverpool'a bu hafta Tevez'den yoksun bir şekilde yenilmemeleri iyi karşılanabilir. Son dört haftada sırasıyla United (i), Arsenal (d), Villa (i) ve West Ham (d) maçları var.

Acıların takımı Liverpool 1 ay sonra Old Trafford'a gittikten sonra 37. hafta Chelsea'yi ağırlayacak. Muhtemelen o maçta Maviler'in şampiyonluğu garantilemiş olması için dua edecekler. Onun dışında büyük maçı yok Liverpool'un. Fikstür olarak en avantajlı durumdaki takım onlar ama bu avantaj, değerlendiren için geçerli haddizatında.

Ve Aston Villa'ya bakacak olursak onlar da Mart ayının sonunda Chelsea deplasmanına gittikten sonra 37. haftada City ile yine dışarıda oynayacaklar. Onların da maçları tıpkı Liverpool gibi çok zor görünmüyor. Ben de açıkçası dördüncülük için en ciddi aday olarak onları görüyorum; sadece formasıyla bile gönül tellerimi titreten Liverpool ile birlikte elbette.

Futbolsever arkadaşlara, özellikle bu dört takımın bundan sonra oynayacakları maçları kaçırmamalarını öneririm naçizane. Bizim buralarda futbol seyircisi için lüks sayılabilecek, (sözde) büyük takımlarımızın da canları isterse görebileceğimiz maksimum azim, hırs, motivasyon ve mücadele olacağı garanti en azından.

21 Şubat 2010 Pazar

Beşiktaş 1 - G.Saray 1

Mustafa Denizli, kendisinden hiç beklemeyeceğim bir şekilde doğru oyuncularla ama yanlış tertiple maça başladı. Doğru oyuncular diyorum çünkü yetenekli olsa da savaşmayan ve mücadele etmeyen Bobo ile Nihat'ın yerine, Nobre ve Holosko'yu seçmesi bana göre isabetli bir tercihti. Aynı şekilde orta sahada formsuz Tabata yerine Tello'nun oynaması da onlar adına bir avantajdı. Ama Ekrem'in sağda, Tello'nun solda, Nobre ile Holosko'nun da forvette olduğu bir 4-4-2 Beşiktaş'ın yapısına çok daha uygun bir diziliş olurdu. Denizli'nin şu meşhur 4-3-3 saplantısı yüzünden Beşiktaş kendi üzerine hiç oturmayan bir elbiseyi ısrarla giymeye çalışan geri zekâlı bir insanı andırıyor.

Maçın son yarım saatinde ise Denizli bir kez daha inanılmaz saçma bir değişikliğe imza atarak oyunun tüm kontrolünü rakibine verdi. Hareketli olsa da üretkenlik sağlamayan Holosko ile Nihat'ı değiştirmesi anlaşılabilir ama topun rakip yarı alanda kalmasını sağlayan, rakip savunmayı rahatsız ve tedirgin eden, takımın çıkmasına olanak veren Nobre yerine helva gibi top oynayan Bobo'yu alması tam bir teknik direktörlük rezaletiydi. Halbuki 4-4-2'de Nobre'nin yanına Nihat'ı sürüp Nobre'ye kaldırdığı ve ondan seken topları Nihat, Ernst, Ekrem ve Tello'ya kovalatsa daha fazla pozisyon bulabilirlerdi. Ama Denizli, saplantıları olan kötü bir hoca. Bunu ezelden beri yazmaktan yoruldum zaten.

Neticede bir duran topta 82'de kendi sahanda beraberliği kurtarmak da iyidir ama Beşiktaş'ın ilk iki sıra için umudu (geçen seneki balı yine tutmazsa) Kaf Dağı'nın ardında artık.

G.Saray ise deplasmandaki bir büyük takımın etmesi gerektiği kadar mücadele edip olağanüstü bir özveriyle oynadı. Türkiye'deki bazı geri zekâlıların bir total futbol gurusu ilan ettiği Rijkaard takımını sahaya resmen 1 puan için sürmüştü. Zaten beraberlik golünü yedikten sonra 15 dakika topa sahip olmasına rağmen kendi sahasında top çevirmesi de bunun göstergesi. Yine her zamanki gibi oyuncuların becerilerine teslim edilmiş, plan-programı olmayan, oyuna hükmedemeyen bir futbol gördük sarı-kırmızılılarda. Neill ve Emre defansta müthiş oynadı. Madrid maçı öncesi (hatta sezon başından beri her yazımda!) belirttiğim gibi Sarp isimli futbol fukarasının yerine Barış'ın oynaması da çok doğru bir tercihti. G.Saray'ın bu kadrosunda orta sahada yukarıda bahsettiğim (Rijkaard'a tapınan) o futbol cahillerinin hayal erttiği gibi Arda, Elano vs. değil, Barış-Topal-Elano oynamalı (gerçi onlar Elano'ya "çift yönlü olmayan bir 10 numara" diyorlardı, inanılmaz bir olay; ve hâlâ da yazılar yazmaya devam ediyorlar, insanlarda hiç mi utanma olmaz?). Forvette de eldekilerden uygun bir üçlü tercih edilebilir. Ama orta saha mutlaka bu şekilde olmalıdır. Formunu ve fizik gücünü bulan, ideal durumundaki bir Ayhan, Barış'ın yerine oynarsa kusursuz bir orta saha olur hatta.

Neticede G.Saray öne geçtiği maçta 2 puan kaybetmiş gibi görünüyor ama kaleyi bulan sadece 2 şut attığı bir derby deplasmanından 1 puanla dönmek de fena sayılmaz.

Maçın hakemi Aydınus o kadar eyyamcı bir insan ki, bu ülkede ondan daha itici ancak birkaç hakem bulunabilir. Özellikle ikinci yarıda bütün takdir haklarını G.Saray'dan yana kullanan bu arkadaş Barış'a ilk yarıda, Keita'ya da son 7-8 dakikada kırmızı kart göstermeyerek maçın sonucuna direkt tesir eden fahiş iki hataya imza atmıştır.

Franco'nun çizgiden çevirdiği topta da, ayaklarına ve omzuna bakarsanız top çizgiyi geçmiş görünüyor. Franco'nun ayakları yaklaşık yarım metre dışarıda. Vücudu kaleye doğru yönelmiş ve öyle görünüyor ki "omzu tam olarak çizginin üstünde." Ve böyle baktığınız zaman kolu en az bir karış içeride gibi. Lig TV piero ile bakarsa gerçeği görürüz.

Not: Piero'da gördük, topun tamamı çizgiyi geçmemiş.

Beşiktaş (4-5-1)
: Rüştü (**) - Toraman (**), Sivok (**), Ferrari (**), Üzülmez (**) - Holosko (**) (61' Bobo (*), Ernst (**), Fink (**), Tello (**), Ekrem (**) (75' Yusuf (*) - Nobre (**) (61' Nihat (*)

G.Saray (4-2-3-1): Franco (**) - Uğur (**), Emre Güngör (****), Neill (****), Balta (**) - Barış (**), Topal (**) - Keita (**), Elano (***) (81' Sarp (*), Caner (*) (63' Jo (*) - Arda (***) (72' Dos Santos (*)

Goller (1-1): Arda 68', Sivok 82'

MVP: Lucas Neill (G.Saray)

Transfer ücretine gel!

Yine arşivden bir belge paylaşacağım. 1991 yazı transfer olarak son derece hareketli bir dönemdi. Fenerbahçe ezelî rakiplerinden iki oyuncu (Engin İpekoğlu ve Tanju Çolak) alarak, transfer şampiyonu unvanını hak eden bir performans ortaya koymuştu. Millî kalecisi Engin'i kaybeden ve yabancı kaleci arayışlarında olan Beşiktaş ise, iç transferdeki diğer sorunlu isimler olan Ali Gültiken ve Ulvi Güveneroğlu ile anlaşma zemini arıyordu. Fener ve G.Saray ile de adı anılan Ali, ilk etapta iki yıl için 3 milyar 250 milyon istemiş, Beşiktaş ise 2 milyarda diretmişti. Bu uçurum nedeniyle herkesin takımdan ayrılacağını düşündüğü Ali, yaklaşık 1 hafta sonra (muhtemelen diğer iki kulüple de anlaşamadığı için) yuvada kaldı. Ne kadara anlaştığı ise resimdeki haberde yazıyor. Özellikle Türk futbolunun nereden nereye geldiğini göstermesi açısından son cümleye dikkat çekmek istiyorum.