22 Ağustos 2013 Perşembe

Artık "bildiğini" yap Ersun hoca..


Ersun Yanal'ın Fenerbahçe teknik direktörü olarak yaptığı başlangıç, belki de son 25 yılın en kötüsü. Bunun olmasını bekliyor ve olmaması için haftalardır kafa patlatıp duruyordum, birkaç haftadır da buradan ve Twitter'dan yazmaya çalıştım. Bugün itibarıyla vardığım sonuç ise şu: Arsenal'a karşı sonucu "hezimet" şeklinde tecelli eden dün geceki maçın ardından CL bileti de kaçtığına göre, bence artık radikal değişiklikleri yapmanın zamanı geldi. Üstelik takımın ve daha özelde çok güvenilen bazı oyuncuların saha içindeki isteksiz ve bitik görüntüleri de, bir "şoklama"ya ihtiyaç duyulduğunu açıkça gösteriyor. Yani Ersun Yanal'dan beklediğim söz konusu değişim artık bir fantezi değil, bir "zorunluluk" hâline gelmiş durumda. Bu noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum.

Arsenal maçı öncesi attığım post hemen aşağıda. O yazıyı okumuş olanlar, sahaya sürülen 11 ve ilk yarıda oynanan futbolla ilgili bir sorunum olmayacağını tahmin edebilir. Bekir ve Kadlec tercihleri, Emenike yerine Webo'nun oynatılması vs. hepsi bence çok isabetliydi. Yani kadro tertibi ve oyun anlayışı doğruydu. Ama maçın sonucunu 2 detay belirledi:

1. İlk yarıda rakip tek bir gol pozisyonuna bile giremedi. Takım tertibi ve diziliş doğru olduğu için oyuncular zaten bildikleri alan savunmasını, yardımlaşmayı vs. kendi arasında yapabildi. Ha, oyun fazla "geride" kabul edildi, rakibin her seferinde orta sahayı kolay geçmesine müsaade edildi vs. kabul ediyorum. Ama camianın ve bizzat Ersun Yanal'ın içinde bulunduğu durumun "hassasiyet"ini göz önüne alırsak, bu "aşırı tedbirli" taktik anlaşılabilir diye düşünüyorum. Ve sonuçta işe yaradı mı, yaradı.

Demek istediğim şu: "Müdafaa"nın önemli bir kısmı, top rakipteyken iyi yerleşmek ve alan daraltmak değil midir? Takım dün gece ilk yarıda bunu lâyığı ile yerine getirdi. Ha, Ersun hocanın, işin bu kısmında "bildiğiniz gibi yapın" demek dışında bir katkısı olduğunu düşünmüyorum, onu da söyleyeyim. Ama zaten bu da normal, zira göreve geleli iki ay olmuş bir teknik direktörün, teslim aldığı kadroya "bildiklerinden başka bir şeyi yüksek başarı yüzdesiyle yaptırabilmesi" teorik ve/veya pratik olarak imkânsıza yakın bir şey. Velhasıl Ersun hocanın, tercihini "elindeki kadronun yapısına göre bir savunma duruşu"ndan yana kullanarak önemli bir teknik direktör doğrusuna imza attığını düşünüyorum.

Gel gelelim, bu söylediğim sadece "top rakipteyken pozisyon alma" ile ilgili. Ve fakat herkesin bildiği gibi savunma sadece bu şekilde yapılmıyor, yapılamaz. Çünkü futbol isimli bu mucizevi oyun robotlarla değil, insanlarla oynanıyor. Dolayısıyla maç boyunca topu rakibine bırakıp geride gömülen takımların, 90 dakika boyunca "maksimum" motivasyonla o savunmayı yapabilmesi mümkün değil. Önünde sonunda o çok profesyonel, ismi fazlasıyla büyük oyuncular bir anlık konsantrasyon eksikliği nedeniyle tek bir hata yapıyor ve tabela değişiyor. Dün ilk golde Kadlec'in yaptığı gibi.. Kadlec normalde o hatayı yapacak bir oyuncu mu? Asla değil. Ha, cahil cühela Fenerbahçe taraftarı şimdiden kendisini asmaya başladı ve bu gerçekten de çok acı. Çünkü ben Kadlec'in babasını çok iyi hatırlıyorum mesela, Çekoslovakya millî takımı ve Kaiserslautern'de üçlü savunmanın ortasında oynayan, hem kesici hem de oyun kurucu olan, son derece zeki bir oyuncuydu; defalarca seyrettim. Yıllar sonra oğlu Michal'i (bizim Kadlec'i yani) Leverkusen'de gördüğümde "babasının genlerinden bazılarını almış" demiştim, hâlâ da böyle düşünüyorum. Kadlec'in bir oyuncu olarak pek çok eksiği bulunabilir ama o kesinlikle dün geceki gibi hataları sezonda 1, hadi bilemedin 2 kez yapan bir oyuncu. En olumlu özelliği devamlılığı ve "genelde 10 üzerinden 7'nin altına düşmemesi" zaten. Ha, 9 olduğu da çok nadir görülür ama ondan o performansı da kimse beklemez zaten.

2. Dolayısıyla yukarıda ve daha önce yazdığım sayısız yazıda da belirttiğim gibi o "duruş", savunmanın sadece bir kısmı. Diğer kısmı ise "topa sahip olduğunuzda ne yaptığınız" ile ilgili, ki Arsenal karşısındaki Fenerbahçe'nin eksiği de tam olarak buydu. Neden eksikti? Onun cevabını "Ersun Hoca dönüşmek zorunda" yazısında belirtmiştim: Ersun Hoca "bu" oyun anlayışını daha önce hiç pratik etmemiş çünkü, takımları topa sahip olduğunda onlara hiçbir zaman "kontrollu olun, dengeli olun" dememiş. "E bunu demedim ama sonuçta ben teknik direktörüm, öyle oynatmak gerekirse onu da ben bilirim" diye bir şey yok. Senin 13 yıl boyunca hiç kafa yormadığın, mesai harcamadığın bu konuya hayatını vakfetmiş adamlar var: Parreira, Lucescu, Kocaman vb. gibi. Senin bunlarla salt "o konuda" aynı seviyede olabilmen mümkün değil.

Ama bunu tersi de söz konusu, Ersun hocanın antrenörlüğünün "eksik" kısımlarından dem vuruyoruz diye onun "eksik" bir hoca olduğunu söylemiyorum, hâşâ.. Hiç kimsenin haddi de değil böyle bir şey, sonuçta Parreira, Kocaman ve Lucescu gibileri de "direkt" oyunu Ersun hoca kadar pratik etmemiştir, mümkün değildir bu. O "basan, coşkulu, direkt oynanan" futbol da Ersun hocanın hayatı boyunca kafa yorduğu bir şey çünkü. Ama bunu Fenerbahçe gibi bir kulübün futbol takımına birkaç ayda oturtmak mümkün olmadığı gibi, o takımın bugünkü kadrosuyla oynayabilmek de çok zor.

Nitekim bu kadroyu Ersun Yanal kurmadığı için eli kolu bağlı, mecburen Arsenal gibi bir rakibe karşı riski minimize etmek zorunda kaldı ve kendi pratiğinde olmayan bir oyun oynatmaya çalıştı. Takım bunun "defansta yerleşme" kısmını yapabildi çünkü orası kolay, zaten hepsi de birbirini çok iyi tanıyor. Ama iş "topa sahip olduğunda yapılacaklar"a gelince, hoca 2 aydır bu konunun üzerinde hemen hiç durmadığı için ve takıma bunun pratiğini yaptırmadığı için oyuncular burada çuvalladı. Topun kontrolu o kadar terk edildi ki, geriye iyice yaslanan savunmada bireysel bir hatanın gelmesi de neredeyse kaçınılmazdı. 1 saat dolarken Kadlec ve Gökhan müşterek bir şekilde bu hataya imza attı ve skor dezavantajına düşüldü. O dakikadan sonra bu kadar kırılgan, "teknik direktör takımı olmak"tan bu kadar uzak bir topluluğun dağılması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.

Arsenal karşısındaki sonuç benim beklediğim bir sonuçtu, bir önceki yazımı okuyanlar bunu biliyor. Tek ümidim şuydu: Bu savunma oyununu oynar ve skor dezavantajına düşmezsek Londra'ya 0-0 ile gidecektik ve bu skor, bu koşullarda fazlasıyla yeterliydi. Rövanşta ne olacağı allah kerim.. Ama olmadı. Söz konusu savunma oyununun asıl önemli olan kısmı top bizdeyken yapılacaklardı ve burada, "yanlış teknik direktör seçimi" veya "o seçildikten sonra kadronun, onun oyun anlayışına göre revize edilmemesi" yüzünden hocayla takım arasındaki uyumsuzluk ortaya çıktı. Bu yüzden "suç Ersun hocada değil" diyorum. Arsenal gibi takımlar da böyle bir uyumsuzluğu affetmiyor ne yazık ki.. Konya bile affetmemişken, bu gayet normal değil mi?

Değişim zamanı

İlk paragrafta belirttiğim gibi CL treni kaçtığına göre, artık değişim zamanı geldi demektir. Zaten lige de hayırlı ve şok bir mağlubiyet ile başladık, en nihayetinde bu da bir işarettir. Ersun hocanın hiç ama hiç vakit kaybetmeden "kendi bildiği" oyunu oynatmaya başlaması gerekiyor. Burada kritik nokta ve sorulması gereken soru şu: Eldeki kadro buna müsait mi? Cevap: Kesilmesi imkânsızmış gibi görünen oyuncuları kesecek kadar cesaretliysen, isimlere değil "oyun anlayışına en uygun" oyunculara forma verirsen, mevcut Fenerbahçe kadrosu içinden "Ersun Yanal futbolu"nu oynayacak bir 11 yapmak mümkün. Ve kutlu bir tesadüf olarak bu, "eldeki oyunculardan da maksimum verimi alacağımız" 11 aynı zamanda. "Hiç vakit kaybedilmemeli" demem bundandır.

Ersun hocanın devraldığı Fenerbahçe kadrosu aynı teknik direktörle, 3 yıldır hangi dizilişle oynuyor?


Kategorize edersek:

1 kaleci,
2 merkez savunmacı,
2 çizgi savunmacısı,
3 merkez orta saha (biri defansif, biri box-to-box, biri ofansif),
2 çizgi hücumcusu,
1 merkez hücumcu.

Kuyt bir çizgi oyuncusu mu? Feyenoord'dan Liverpool'a gittiğinde futbol hayatının %99'unda merkez forvet olarak oynamıştı. Liverpool da 20m € verirken onu santrfor olarak transfer etti. Ama Benitez ondan mükemmel bir çizgi oyuncusu yarattı, yıllarca EPL'de üst seviye futbol oynadı. Şimdi 33 yaşında, eski temposunda olmasa da fizik gücü, çalışkanlığı ve oyun aklıyla pek çok eksiğini kapatıyor. Geçen yıl Aykut Kocaman'ın oyun sisteminde maksimum verim sağlayarak 60 maça yakın oynadı, 17 gol, 15 asist üretti. Velhasıl Fenerbahçe'nin son 20 yıldaki en iyi sağ kanat hücumcusu Dirk Kuyt gibi görünüyor ama taraftar onu bugün beğenmiyor. Neden? Çünkü Ersun Yanal'ın oyun sistemi, "Kuyt'ın defolarını bütünüyle ortaya çıkaracak" bir sistem. Eğer Aykut hoca kalacaktıysa Kuyt daha 2 sene bu takımda 10 gol, 10 asistle oynardı ama Ersun hocanın siteminin "çizgi hücumcusu" asla ve asla Kuyt değildir. Krasic ve Stoch'tur mesela, ya da bunlara muadil olarak sayabileceğimiz sayısız oyuncudur ama Kuyt değildir.

Aynı şey Sow için de geçerli. Bu iki oyuncu, unutulmasın ki "3 yıllık bir çalışmanın ürünü" olan bir takımda iş yaptılar. Oyuncuların sistemi ve birbirlerini ezberlediği ortamlarda başarı ihtimali hep daha yüksektir. "İstikrar" diye yıllardır debelenmemiz bundan, en kötü teknik direktör bile uzun süre çalışma fırsatı bulduğunda "birlikte hareket eden" bir topluluk ortaya çıkarabiliyor. Aykut hoca gibi işin ilmine kafa yoran, detaycı ve titiz bir teknik direktör, Kuyt ve Sow'un kanat hücumcusu gibi göründüğü bir diziliş ile bu yüzden EL yarı finaline kadar gidebildi. Ama Ersun Yanal'ın yoğurt yiyişi bambaşka ve onun tarzında Kuyt ve Sow uzun bir süre takımın vasatları olmaya devam eder.

Bunun yanında Mayıs ayındaki Fenerbahçe analizimde de belirttiğim gibi Sow, üçlü forvette kanat oynadığında kaleye uzaklaşıp etkinliği düşüyor ama merkez forvet oynadığında da stoperlerin arasında kayboluyor. Kanatta bek kovalamak zorunda kalıyor, merkezde ise pivot rolünü oynayamıyor. Yani Fenerbahçe, hâli hazırda "elindeki en iyi futbolcu"sunu, olabileceği en verimsiz bir şablonda kullanıyor. Aykut hocanın takımı "oturmuş" bir takım olduğu için ve ayrıca oyun anlayışı Kuyt ile Sow'un "kanat oyuncusu olarak defolarını örten" bir anlayış olduğu için o zamanlar göze fazla batmadı. Ama teknik direktör değişince takke düştü, kel göründü.

Tekrar ediyorum, Fenerbahçe'nin elindeki en iyi oyuncu da, en değerli oyuncu da Moussa Sow. Bu yüzden, sadece bu yüzden bile diziliş, "onun en verimli olacağı, en fark yaratacağı" diziliş olmak zorunda.

Yukarıdaki kategorizasyonda "çizgi hücumcusu" dediğimiz kontenjanda Stoch, Krasic, Caner ve yarım Mehmet Topuz vardı. Stoch gönderildi, Krasic gönderiliyor ve Topuz da sağ bek olarak oynatılıyor. Bu durumda tıpkı "Fenerbahçe'nin kadro sorunsalı" yazısında da belirttiğim gibi Ersun hocanın kendisi de söz konusu şablonu değiştirecek demektir. Erkan Zengin ya da Jimmy Durmaz alınsaydı bunu söylemezdim. Ama görüldüğü kadarıyla bir çizgi hücumcusu transferi yapılmayacak.

Aynı yazıda forvetlerin yanı sıra orta saha oyuncularının yapısının da, 4-3-3'den ziyade 4-1-2-1-2'ye uygun olduğunu uzun uzun anlatmıştım. Bu diziliş "onların verimliliğini de maksimize edecek" çünkü. Zaten 4-3-3'te orta sahadaki o 3 kontenjan için, hâli hazırda kadroda 8 oyuncu bulunuyor. Bunlardan 2 tanesi ile yollar ayrılıp aynı kafada devam edilebilirdi. Ama Kuyt ve Sow konusunda söylediklerimiz yüzünden bunun yerine Stoch ve Krasic gönderilip, 8 merkez orta sahanın hepsi takımda tutulup, sadece saha içi dizilişi değiştirilerek bir taşla birkaç kuş vurmak mümkün olacaktır.

Mevcut koşullarda 4-1-2-1-2'nin faydalarını 2 madde ile özetliyorum:

1. Takımın mevcut kadrosuna "en fazla uyan", "oyuncuların en verimli kullanılacağı" diziliş bu.
2. Ersun Yanal'ın 13 yıldır pratik ettiği, uygulattığı oyun anlayışı için de en uygun diziliş bu.

Şimdi şablona bakalım, bu vesileyle yazının başında sözünü ettiğim "oyuncu tercihleri"ne gelmiş olacağım:


İşte Ersun hocanın kendi "direkt", baskılı ve riskli oyununu oynatabilmesi için en uygun kadro bu. Birazdan rol dağılımlarını yaptığımda, bu konu daha iyi anlaşılacak. Önce bu dizilişin tarihçesine ve ne mene bir şey olduğuna bakalım:

4-1-2-1-2 demek, benim için her daim 1994 Dünya Kupası demekti. O turnuvada Brezilya'nın teknik direktörü Carlos Alberto Parreira, başka hiçbir takımda kolay kolay görmediğimiz bu şablonla oynattı takımını ve sonunda şampiyon olmayı başardı. O dönemde 70'lerin meşhur 4-3-3'ü ve her dönem geçerli olan 4-4-2 gibi şablonlara, Derwall ve Piontek vesilesiyle 80'lerde 3-5-2 de eklenmiş, millet buna adapte olana kadar Almanlar pek çok kupada ya final oynamış, ya şampiyon olmuştu. 90'ların başında da 3-5-2 çok revaçtaydı ama ben herhangi bir organizasyonda 4-1-2-1-2 oynayan bir büyük takım hatırlamıyorum.

O zamanlar HBB diye bir kanal vardı, Güney Amerika'nın Dünya Kupası elemelerini saat kurup kalkarak sabahın köründe seyrederdim. Bu sayede Brezilya'nın grupta oynadığı tüm maçları da seyretmiştim. Parreira, işte o elemeler boyunca da vazgeçmediği 4-1-2-1-2 şablonu ile Dünya Kupası'nı (penaltılarla da olsa) kazanmayı başardı. Turnuva boyunca Brezilya'nın "kökenlerine ihanet ettiği" ve sıkıcı bir futbol oynadığı ile ilgili sayısız eleştiri hatırlıyorum. Ama Parreira ilkelerinden hiçbir şekilde taviz vermedi ve hedefe ulaşmayı bildi (zaten ilkeli bir insan olduğu içindir ki, 1 yıl sonra Fenerbahçe'yi şampiyon yapmasına rağmen Ali Şen gibi bir başkanla çalış(ıl)amayacağını görerek CL'de oynama fırsatını tepti ve ülkesine döndü; bu ayrı bir konu..).

Brezilya, o Dünya Kupası'na şu kadro ile başlamıştı:


Rai o dönemde PSG'nin büyük yıldızı ve takım kaptanı. Dunga daha 29 yaşında, forvet arkası oynayan ama savunma görevlerini de ihmal etmeyen bir dinamo. Yaşlanınca 98'de ön liberoya geçmişti ama 94'te 7 maçın hepsinde bu pozisyonda oynadı. Zinho teknik, dar alanda çok etkili sol ayaklı bir sihirbaz. Mauro Silva ise adeta bu şablon için yaratılmış kusursuz bir ön libero.

İlk 2 maçtan sonra Rai gibi oyun kurucu ve sanatçı bir oyuncunun, Dunga ve Zinho'nun varlığında bir lüks olduğunu düşündü Parreira. Ve taraftarların sevgilisi olan, özel hayran kitlesi bulunan o oyuncuyu kesip, yerine Mazinho'yu koydu. Mazinho kariyeri boyunca neredeyse hep sağ bekte oynamış ama orta sahada da oynayabilen gerçek bir dinamo. Top tekniği ise çok düşük. Peki bu önemli mi? Beklerin ve forvetlerin bile "sanatçı" olduğu bir takımda bence değil. Nitekim Mazinho'nun takımdaki işlevi, o sanatçıların da yeteneklerini ortaya daha rahat koymasını sağladı. Onun girişinden sonra daha sıkıcı, daha az yaratıcı ama savunmada çok daha güvenli bir Brezilya seyrettik. O şekilde de gitti. Mazinho'lu Brezilya'nın dizilişi, Brezilya hücumdayken şöyleydi:


Rai bu görevi yapamazdı, fazlasıyla hücumcu bir oyuncuydu. Mazinho ise kontrataklar için çabuk, kararlı ve akıllı bir paratonerdi. Bunları neden anlattım? Çünkü 4-1-2-1-2'nin kitabını yazan hoca bana göre Parreira'dır. Bu şablonun kurallarını da bence o belirlemiştir. Bu yüzden oyuncu kategorizayonu da, onun hem Brezilya'da hem de Fenerbahçe'de 2 yıl arayla muhteşem zaferler kazanan o takımlarına bakarak, şu şekilde yapılmalıdır:

1 kaleci,
2 merkez savunmacı (çizgiye de açılan),
2 çizgi oyuncusu ("savunmacısı" değil, "oyuncusu"),
1 defansif orta saha (merkez savunmacıların arasına giren üçüncü bir merkez savunmacı),
3 merkez orta saha (defansta çizgi oyuncularına da destek olabilen, biri "bekçi", diğer ikisi hücumcu),
2 merkez forvet (çizgiye de açılan).

Bunu Fenerbahçe'ye uyarlarsak, asıl diziliş şöyle bir şey olmuş oluyor:


Al sana Juve'nin iki sezondur oynadığı 3-1-4-2 ama beklerin biri çıktığında diğerinin geride kalması şartıyla.

Detaylandırarak devam ediyorum. Bu dizilişin "atak" kısmı iki temel üzerine dayanıyor:

1. "Top rakibe geçtiği anda, geçtiği yerde baskı" ve "kapılan topta 1-2-3 pas ile pozisyon bulmak". Bence dünyadaki en etkili hücum silahı hâlâ bu ama uygulanması da giderek zorlaşıyor. Hem tempo ve koşulan mesafeler çok arttı, hem de takımlar sürekli bu baskıya karşı top çıkarma antrenmanları yapıyor ve kendini sürekli geliştiriyor. Ayrıca bir başka ve en önemli zorluğu şu: Söz konusu baskı, her oyuncunun adeta "zincirin bir parçası" gibi olduğu muazzam bir "uyum" ile yapılmak zorunda. Rakip takım iyi top yaparak çıkarsa, zincir tek bir oyuncuda kırılırsa, kalende net gol pozisyonun görmen işten bile değildir. "Taktik faul" dediğimiz şey bu gibi durumlar için bulundu zaten ve etkili bir silah. Ama FIFA, bilinçli olarak "atak kesmek" için yapılan bu Yugoslav faullerini, faulün türüne bakılmaksızın sarı kartla cezalandırıyor. Bu yüzden yapılacak hücum pres, antrenmanlarda belki de binlerce kez çalışılmalı. Bu konuda takım olarak tam bir olgunluğa erişmek minimum 2 yıl sürüyor, onu da belirteyim.

"Top rakibe geçtiği anda" dedik, peki top nerede rakibe geçiyor? Doğal olarak sen kaybediyorsun. Hücumda ya da daha yüksek bir ihtimalle orta sahada. Yani top sende, atak yapıyorsun ve bir anda top rakibe geçti diyelim. Eğer oyuncular kendi bölgelerindeyken olursa bu, sorun yok. Herkes ne yapacağını biliyor zaten. Ama diyelim ki top kaybı, takım hücum ederken ve Gökhan Gönül'ün kanadından olsun. Sağ kanattan Alper ile Gökhan bir ikili oyun yaptı, Alper Gökhan'ı kaçırdı ve kendi de ileri doğru koşu yaptı. İşte orada top kaptırıldığı anda diziliş şöyle bir şey olacak:


Sistemin en önemli detaylarından biri, hatta brincisi "Gökhan ileri çıktığında, Hasan Ali'nin geride kalması." Bu durumda Gökhan'ın yerini ona yakın olan stoper, yani Alves; Alves'in yerini ise (diğer stoper olan Kadlec değil!) Topal dolduracak. Topal'ın yerini de o merkez orta sahalardan "birisi savunma için bekçi" dediğim oyuncu, yani Meireles dolduracak (ki Meireles, "Mazinho rolü" için Mazinho'dan bile daha iyi, adeta kusursuz bir oyuncu). Hasan Ali de zaten yerinde olduğuna göre "her ne olursa olsun" savunmada 5 kişi olmak garanti. "Zincir" dediğim şey işte tam olarak bu. İleride pres yapanlara bu şekilde yerleşerek destek veren bu 5 oyuncu, "zincir bir yerde kırıldığı anda" hızla geri koşarak savunmada yukarıdaki "4+1" pozisyonunu almak zorunda. Fenerbahçe Parreira ve Lazaroni zamanında, bugünkü kadrodan çok daha kalitesiz oyuncularla bu şablonu mükemmel bir şekilde uyguluyordu. Kaybettiği zaman ise kalite eksikliğinden kaybediyordu.

Aynı şey, Hasan Ali hücuma çıktığında simetrik olarak geçerli:



Görüldüğü gibi defans dörtlüsü "Gökhan, Alves, Topal, Kadlec" oluyor bu durumda. Meireles yine ön liberoda "bekçi".

"Hangi oyuncu kimin kademesinde olacak?" İşte bu şablonun hayati sorusu bu, hayati oyuncusu ise Topal. Topal'ın pozisyonundaki oyuncu asla ve asla "beklerin kademesine" giremez mesela, ikili ön libero ile oynanan şablonlardan en önemli fark bu. Beklerin kademesine o beke yakın olan stoper; o stoperin kademesine ise ön libero girer. Topal (veya o olmazsa Selçuk, başkası değil Selçuk!) burada en önemli oyuncu. Onun görev bölgesi şöyle:


Bundan başka hiçbir yere gidemez, hele dünkü gibi soldan topu alıp çizgiye kadar sürmesi falan asla söz konusu bile olamaz. Takımın savunmadaki bütün yerleşiminden ve kademelerinden bu oyuncu sorumludur; onun stoperlerden birinin kademesine giremeyeceği herhengi bir durum, takım için felaket demektir. Zincir dağılıp gider, en önemli husus bu.

İkinci önemli mevki ise Meireles'in pozisyonundaki oyuncu. Onun savunmadan hücuma ve hücumdan savunmaya geçerken takımın boyunu ayarlaması ve hücum pres konusunda hayati kararlar vermesi gerekiyor. Malûm, "pres zamanlaması" dediğimiz şey çok az oyuncuda var ve sonradan gelişmesi çok zor bir özellik. Batılılar bu özelliği haiz oyunculara "taktisyen" diyor; defansı aklıyla yapan, her şeyden önce "nerede duracağını", "nerede ne yapacağını" bilen oyuncu anlamında.. Meireles bu dizilişteki bu rol için bence tek bir eksiği dahi olmayan bir oyuncu. O yoksa Emre orada kullanılmalı, onu da belirteyim.

2. Bu dizilişin "atak" kısmının ikinci detayı ise şu: Topu kaptırdın, pres yaptın ama rakip bu presi aştı diyelim. Taktik faul de yapamadın. O gerideki  5 oyuncu geriye doğru hızla koşup yerleşti, rakip de en fazla 2-3 kişiyle geldiği için güvendesin. Rakibin diğer oyuncuları çoğalmak için ileri doğru koşu yaparken, bu arada bizim de ileride kalan o 5 oyuncu onlarla birlikte hızla geriye koştu ve bir şekilde topu geri kazandık.

Burada eğer kontratak imkânı varsa, onu değerlendirmek gerekiyor. Yani Emenike ve Sow ilerideyse, rakip de "forvette çoğalacağım" diye ailece gelmiş ve geride 3 kişi falan bırakmışsa o zaman kontratak denenmeli. Antrenmanlarda bunun da pratiği yüzlerce, binlerce kere yapılacaktır. Ama sen 2 kişi, onlar 5 kişiyse topu ileri vurmak akıllıca olmayacak ve yeni bir rakip hücumunu başlatmak anlamına gelecektir. Bu yüzden "geride" kapılan toplar, rakip takım savunmada güvenliyse mutlaka pas yaparak, çabuk kaybedilmeden ve akıllıca kullanılmalı.

Yerleşmiş savunmalara hücum etmek, futbolun olmazsa olmaz, kaçamadığınız bir yönü şu anda. Ersun hoca gibi 13 yıldır "telaşlı" ve "çabuk" sonuca gitmek isteyen biri için zor bir durum bu. Ama Fenerbahçe teknik direktörü olan kişi, her tür oyun tarzına kafa yoran biri olmak zorunda. "Ersun hoca dönüşmek zorunda" yazım, Arsenal'a kaybettik ve bir devrim yapılması gerekiyor diye geçerliliğini yitirmiş değil yani.

Yaşananlardan ders almak

Bir teknik direktörün deneyimlerden dersler çıkarması, bu doğrultuda dün siyah dediği bir şeye bugün beyaz demesi ayıp değil. Sonuçta "öğrenmek" dediğimiz şey insan hayatıyla sınırlı ve hayat devam ettikçe o da devam ediyor. Mesela Parreira gibi büyük bir hoca, Fenerbahçe'deki sezonuna şu kadro ile başlamıştı:


Üstelik bu dizilişe nasıl karar verdi, biliyor musunuz? Takımla yaptığı ilk toplantıda bu dizilşin (isimler olmaksızın yer aldığı) kâğıtları oyunculara dağıtmış. Birer tane de kalem vermiş ve "bu şablonda oynayabileceğiniz yerleri kalemle işaretleyin" demiş. Mesela İlker Yağcıoğlu bir çizgi oyuncusuydu ama orta saha ve/veya forvetti, hayatında hiç savunmada oynamamıştı. Ama sonuçta merkezde de oynamamıştı ve bu sistemdeki yegâne 2 çizgi oyuncusu beklerdi. İlker hoca da "orta saha veya hücumda olup merkezde olacağıma, savunmada ama çizgide olursam şansım daha çok artar" diye düşünmüş ve sadece sağ bek pozisyonunu işaretlemiş. İşte benim Fenerbahçe tarihinde en sevdiğim oyunculardan biri olan "sağ bek İlker"in doğuş öyküsü böyle..

Muhtemelen Oğuz ve Bülent de ön libero dışındaki diğer 3 orta saha pozisyonunu işaretlemiştir. Parreira kendi gözlemleriyle ve oyuncuların beyanlarıyla sezon başında takımı yukarıdaki gibi kurdu. Ama haftalar ilerledikçe başka gözlemler yaptı ve bunları dizilişe yansıtmak konusunda da hiç kompleksli olmadı. Neydi?

i. Oğuz, o istemese de takımda bütün topların toplandığı oyuncuydu ve tüm hücum organizasyonu onunla başlıyordu. Topla buluşmak için sürekli geriye kaçarak oynadığı için, ceza sahasından uzak kalıyordu. Bu bir sorundu.

ii. Birkaç maçta mecburiyetten "sağ iç" mevkiine geçen Tayfun, İlker ile çok iyi bir ikili oluyordu ve takımın hücumda ayrıca bir silahı hâline geliyorlardı.

iii. Eski gol kralı Bülent de ceza sahasına sızma ve oralarda iş yapma konusunda özel bir yeteneğe sahipti. "Forvet arkası" oynadığında verimi artıyordu.

Bu tespitler üzerine Parreira takımın dizilişini 10 maç sonra değiştirdi ve sezon sonuna kadar o şekilde gidip şampiyon olmayı başardı:


İşte büyük hoca olmak böyle bir şey. Her şeyden önce komplekslerden arınmak ve yaşananlardan ders çıkarmak gerekiyor. Ersun Yanal da benim gördüğüm en komplekssiz hocalardan biri. Arsenal maçında takımın "bildiği" şeylere saygı duyması, sistemi "şimdilik" kurcalamamak gerektiğini kabul etmesi vs. bunu kanıtlıyor. Ama ligde ve CL'de birer hezimet ile başlandığına göre, artık "kendi bildiği"ni yapmasının vakti geldi. Hazır daha yolun başındayken ve EL'de de seri başı olarak nispeten kolay bir gruba düşeceğimiz için, intibak süresini bu dönemde değerlendirmek, verdiği en akıllıca karar olacaktır.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Ersun hoca "dönüşmek" zorunda


Önce Konya maçıyla başlayalım, "geride bırakalım" dediysek hiç yaşanmamış gibi davranacağız anlamına gelmiyor çünkü. Son 2 yıldır pek çok maç sonrasında Twitter'dan da belirttiğim gibi teknik direktör "çıkın 4-1-5 oynayın, defansı boşverin" falan dese, yine de uluslararası deneyimi bu seviyede olan oyuncuların Konya'ya karşı 2-0'dan 3-2 maç vermeye hakkı yok. Biraz futbol oynamış herkes bunu bilir, (Ersun hocanın kabahatleri giderek artıyor olsa da) dün geceki maçın kaybedilmesinde hocanın etkisi futbolcuların en fazla beşte biridir. Ha, 2-0 öne geçilmesinde de onun katkısı çok azdı, bu ayrı bir konu. Ama artık maç oraya geldikten sonra, futbolcuların saha içinde ve kendi arasında organize olup oyunu tutması, en azından 2-3 kontratak yapabilmesi ve HİÇBİR KOŞULDA MAÇI KAYBETMEMESİ gerekirdi.

Öte yandan, 30 yıldan beri Fenerbahçe'yi takip eden biri olarak en alışık olduğum kavramlardan biri "hayırlı mağlubiyet" olduğu için, bünyemiz bu tür deneyimlere alışık, bunu belirtmem lâzım. Ve fakat yarattığı tahribat duygusu giderek azalıyor, bu iyi mi yoksa kötü mü, bilemedim. Ama tahribat en üst seviyede de olsa, maçtan sonra Emenike'nin ısrarla belirttiği gibi, şimdi Konya maçını geride bırakıp hayati derecede önem arz eden Arsenal maçına ve yakın/orta geleceğe bakmak lâzım.

Süper Kupa maçınının gecesinde yazar Yakup Sevindik ile Twitter'dan bir münazara yapmıştık. Diyordu ki "Ersun hoca takım savunmasını biraz toparlasın, bu takım rayına girer." Ben de kendisine "takım savunması, 'hadi savunmayı oturtalım' demekle oturtulmuyor, sorun Ersun hocanın top bizdeyken yaptırdıklarında" diye itiraz etmiştim. Çünkü Ersun hocayı biliyorum; kendisini Denizlispor, Ankaragücü ve Gençlerbirliği dönemlerinde çok yakından izledim. Millî takımda bırakmıştım (zira Türk millî takımına herhangi bir ilgi duymuyorum) ama Trabzon döneminde yeniden takibe aldım. Eskişehir'in ise son 1.5 sezonda 30'dan fazla maçını seyrettim. Dolayısıyla kendisini ve teknik direktörlük tarzını çok iyi tanıyorum. Ve rahatlıkla söyleyebilirim ki, Ersun hocanın başında olduğu bir takımın güvenli bir takım savunması yapması ("bugün için") imkânsıza yakın bir şey. Bunu bu saatten, 13 yıllık bir geçmişten sonra "hadi bir de böyle deneyelim" diyerek değiştirebilmesi de pek mümkün değil. Bunu önümüzdeki haftalarda göreceğiz ve çok üzüleceğiz ama gerçek böyle. Peki bu, bu sezon "kesinlikle başarısız" olacağımız anlamına mı geliyor? Hayır. Ersun hoca "en az" bu sezonun sonuna kadar kalmalı mı? Kesinlikle evet. Fenerbahçe taraftarı da hocasına ne olursa olsun sahip çıkmalı ve Arsenal gibi, kulübün 3-5 yıllık geleceği açısından yaşamsal önemi haiz bir maçın arefesinde sadece ve sadece destek olmalıdır. Önce bunu bir yere koyuyorum.

Ersun hocayı çok iyi tanıyorum dedim, şimdi bunu açıyorum. Oradan da Arsenal maçına geleceğim. Bir kere Türkiye'deki futbol ulemalarının bilmesi ve anlaması gereken ilk şey "teknik direktörlük mesleğinin ne olduğu ve nasıl bir şey olduğu" bence. Zira bu meslek, belli bir el kitabı olan, herkesin aynı yöntemleri uygulayıp aynı sonuçları almayı umduğu vs. bir iş değil. Hatta "yiğidin yoğurt yiyişi" açısından bakarsak, dünyada bu konuda "en fazla çeşitlilik arz eden" meslek bence teknik direktörlüktür. Futbolun muhteşem bir oyun olmasının sırlarından biri de bu; sonucunu tahmin edilemez kılan pek çok faktörden sadece biri.

Ersun Yanal, her teknik direktör gibi yoğurdu kendi yöntemiyle yiyen, yoğurt yiyişi de bu ülkede bugüne kadar takdir edilmiş bir hoca. Hatta onun tarzının Fenerbahçe'ye çok uygun olduğu hep söylenmiştir. Öyle ya, Fenerbahçe taraftarı koşan, basan, iştahlı, coşkulu bir takım istemiyor mu? Hepimiz yıllardan beri bunu söyler dururuz, tek tük şahit olabildiğimiz o coşkuyu takımda görünce "böyle oynasınlar, canımızı yesinler" deriz. Hakikaten de Fenerbahçe taraftarı bu konuda dünya üzerindeki en eşsiz taraftardır diyebilirim. Kaleye Pancu'nun geçtiği maçta Beşiktaş'ı maç boyunca dövüp sonunda 4-3 yenildiğinde, o taraftar Fenerbahçe'yi ayakta alkışlamıştı. İşte Ersun hocadan hepimizin beklentisi, böyle bir takım yaratmasıydı. Hepimiz onun, kaybetse de kazansa da taraftara keyif veren "o" takımın hocası olduğunu düşündük ama bunu beklerken ve söylerken, Ersun Yanal isminin insana düşündürttüğü o oyun tarzının bir takımda oturabilmesi için en az 1, hatta belki de 2-3 yıl gerektiğini unuttuk. Bu kadar sabredilmeyecekse, o zaman hocadan o oyun da beklenmemeliydi. "Biz beklemiyoruz da, o yine de oynatıyor" diyenler olabilir, şimdi oraya geliyoruz.

Ersun hocanın Fenerbahçe'nin başında 4 resmî, bir de en ciddi hazırlık müsabakası olan PSV maçını seyrettik. Dolayısıyla elimizde yeterli done mevcut. Ne için? "Ne yapmak istiyor", onu görebilmek için. Nitekim gördük de.. Ve 30 yıldır futbol seyrediyorsak, biraz bu oyundan anlıyorsak, tünelin ucunda ŞU AN İÇİN hiçbir şekilde bir ışık olmadığını, Aragones'li sezonun bire bir aynısı bir sezon geçireceğimizi net bir şekilde tespit edebiliyor olmamız lâzım. Neden böyle diyorum? Nedenlerini sırayla yazayım:

En temel konudan gireceğim, ki bu konuya blog'da daha önce defalarca değindim: Fenerbahçe gibi büyük ve "sıkıntısı çok olan" kulüplerde teknik direktörlüğün yarısı "takım mühendisliği"; diğer yarısının bir yarısı oyuncu ilişkileri ve motivatörlük, diğeri de sahaya doğru takım sürmek ve oyuna doğru müdahaleleri yapmaktır. Kafa karıştırdığımı biliyorum, bu yüzden formülize edeceğim. Teknik direktörün yaptığı işin alt kıvrımlarına, toplam 100 puanı bölersek:

- Sezon başında takımı kurma (40)
- Oyuncu ilişkileri, liderlik, motivasyon gücü (25)
- Takıma yaptırılan taktik antrenmanlar (15)
- İlk 11 tertibi (10)
- Maç içindeki müdahaleler (10)

Elbette bu benim görüşüm, herkes bu puanlamayı kendi istediği şekilde yapabilir. Bu maddelerden gidersek, teknik direktörlerin yoğurt yiyişi demiştik ya, işte bu alt kıvrımlarda her teknik direktör birbirinden ayrılıyor ve özelleşiyor, kendi tarzını meydana getiriyor. Örneğin bir teknik direktör muhteşem bir takım mühendisi olabilir ama liderlik özelliği zayıftır. Veya oyun içinde kilitleniyor, hiçbir hamlesiyle oyuna olumlu müdahale edemiyordur vs. Bir hocanın, bu maddelerin hepsinde birden "en iyi" olması mümkün değil zaten, nitekim öyle bir hoca da yok. Ama her madde için olabilecek en üst seviyeye gelmek adına sürekli çalışmak ve kendini geliştirmek lâzım, bu da herkesin takdir edeceği bir gerçek.

Mesela benim için dünyanın en iyi 3 teknik direktöründen biri olan Rafa Benitez'i ele alalım. Ben bir takım sahibi olsam, dünya üzerinde alacağım tek hoca Benitez'dir ama Liverpool'da geçirdiği 6 yıla baktığınızda, Benitez'e asla para harcatmamanız gerektiğini görürsünüz. Sokağa attığı €'ların bir kısmı şöyle: (Bitik) Morientes 10, Djibril Cisse 20, Pennant 9, Babel 17, Keane 24, Riera 10, Dossena 9, Aquilani 20 vs. Şimdi, bu adama transfer bütçesi emanet edilir mi? Ama öte yandan 1990 yılından beri Liverpool taraftarıyım, Benitez zamanındaki futbolu da son 23 yıldır hiçbir sezon görmedim. Benitez'den beri de görmedim ayrıca, ilk kez Brendon Rodgers ile yeniden ümitliyim diyebilirim. Bu ayrı konu ama Benitez ve hocaların "spesiyaliteleri" hakkında sanırım demek istediğimi anlatabildim.

Ersun Yanal için yukarıdaki maddeleri tek tek değerlendirmeye başlayalım:

- Sezon başında takımı kurma: 

Ersun hoca her şeyden önce bu konuda son derece dezavantajlı (%40 gitti), zira mevcut Fenerbahçe takımı Aykut Kocaman'ın eseri. "Aykut Kocaman ile Ersun Yanal'ın yoğurt yiyişlerinin siyah ile beyaz kadar farklı olduğunu" göz önünde bulundurursak, Ersun Yanal'ın BU KADROYLA ve KENDİ FELSEFESİNİ UYGULATARAK başarılı olma ihtimali nedir? Bence çok çok düşük. Peki ne yapacağız, pes mi edeceğiz? Tabii ki hayır. Bu muhtemel başarısızlığı önlemenin yollarını düşüneceğiz, en çok da Ersun Yanal düşünecek. Gecesini gündüzüne katarak düşünecek hatta; bu, "hayatının fırsatı" diyebileceğimiz şansı kaybetmemek için her teknik direktörden daha fazla çalışacak belki. Ben bunu yapacağını biliyorum ve en baştan buna saygı duyuyorum. Sezon boyunca da bu tavrımı devam ettireceğim, isterse takım 15. olsun.

En çok Ersun hoca düşünecek dedik, dışarıdan gözlem olarak biz kendi görüşlerimizi yazalım. Takımı o kurmadığı için husule gelebilecek bu muhtemel başarısızlığı nasıl önlerdin/önlersin?

1. Aykut Kocaman gibi bir teknik direktörün ardından Ersun Yanal gibi birini hiçbir şekilde göreve getirmezdin. Sadece Aykut hoca da değil, taa Parreira'dan beri Fenerbahçe'nin bir oyun dinamiği var. Hatta Alex geldikten sonra bu, takımın ayrılmaz bir parçası hâline dönüştü ve kadrolar hep buna göre kuruldu. Zico, Aragones, Daum ve Kocaman'dan sonra Yanal'ı hiç getirmezdin. Getirmemen gerekirdi.

2. Ama getirdin diyelim, ki kendisini sever sayarım. Fenerbahçe'nin başına geçmesi de hiçbir şekilde beni rahatsız etmemiştir. Ama işte.. MEVCUT TAKIMIN YARISINI DAĞITIP, Ersun Yanal felsefesine uygun transferlerin yapılması şartıyla.. Bu da yapılmadı. Ha, yönetim "Ersun hoca ne istediyse yaptık" diyebilir, bunu diyorsa o zaman bu kadroyla yola çıkmanın kabahati Ersun Yanal'da olmuş olur. Bu konu, işin iç yüzünü bilmediğimiz için muallâkta..

Ama her hâli kârda bunun yapılması gerekiyordu. Ersun hoca ve mevcut Fenerbahçe kadrosu, hocanın oyun felsefesi nedeniyle "bir arada olamaz". O geliyorsa, o zaman takımın yarısını değiştirmek gerekirdi. Takımı değiştirmeyeceksen, hocayı getirmeyecektin. İki, iki daha dört..

3. Ama bu da yapılmadı diyelim, ki yapılmadı.. O zaman takım bu takım, hoca da Ersun Yanal ise Ersun hocanın kendini mutlak surette "dönüştürmesi" (yazının başlığına gelmiş oldum) gerekiyor. Yani "büyük" teknik direktör olmak için ilk ve şimdiye kadarki en büyük sınavını veriyor Yanal.

Bu 3. maddeyi detaylandırarak devam ediyorum, çünkü bu konu hayati derecede önemli.

1990 Dünya Kupasında çeyrek final oynayan Tomáš Skuhravý'li unutulmaz Çekoslovakya'nın teknik direktörü Josef Venglos, ertesi yıl Fenerbahçe'ye geldi ve ilginç bir şekilde 2 tam sezon çalıştı (son 23 yılda bu şerefe nail olabilen yegâne hocalarımız: Venglos, Daum, Kocaman). O gelmeden 1 yıl önce Fenerbahçe ligin ilk maçında, tarihinde ilk kez 1. ligde oynayan Aydınspor'a Kadıköy'de 1-6 yenilmişti. Kaderin bir cilvesi olarak, ertesi yıl yine ilk maç Kadıköy'de Fenerbahçe ile Aydınspor arasındaydı ve bizim radyodan dinlediğimiz o maç da 2-1 Aydın'ın üstünlüğüyle bitmişti. Venglos'un bu maçla birlikte başlayan ilk sezonunda, Ahmet Çakar ve yardımcısı Çetin Oytuner'in Beşiktaş maçında "çizgiyi geçti" dediği golle şampiyonluk kaçtı, takım da ikinci oldu ama Metin Aşık, Venglos ile devam etti. İşte ondan sonra Venglos saçmalamaya başladı. Zorluk derecesi çok yüksek maçlara tek orta sahalı, 4 forvetli acayip kadrolarla çıktı. Şimdi inanmayabilirsiniz ama ligin ilk 2 maçında Fenerbahçe 11'i şöyleydi:


Futbolun bütün doğrularına ters, "aklını kaçırmış" bir adamın 11'i olabilir bu. Nitekim ilk 2 maç hasbelkader alınan galibiyetlerden sonra 3. hafta Sarıyer'e yenilince önce takıma Müjdat girdi, 5. hafta Ankaragücü'ne (Sinan Engin'in müthiş bir gol attığı maçta) yenilince bu sefer İsmail girdi. Yukarıdaki 11, ligin 2. haftasındaydı. Sadece 5 hafta sonra Trabzon deplasmanına çıkan kadroya bakalım:


Görüldüğü gibi Stoilov, Hakan ve Tanju çıkmış, İlker, İsmail ve Müjdat girmiş. Bir de Nuri yerine Şenol. Normalde 'üç büyükler'in orta sahayı geçemediği Avni Aker'de, İlker, Gerson ve Novak'ın muhteşem futboluyla 4-3 galip gelmiştik bu kadro ile..

Ama bunlar hep geçici çözümler ve beyhude arayışlardı. Takımın kimyası bozuktu ve yıldız futbolcu sayısı çok fazlaydı. Venglos da bu topluluktan bir "takım" yaratamıyordu. O sezon bu şekilde geldi geçti: Sigma'yı İnönü'de 1-0 yenerken rakibin 7-8 gol pozisyonu vardı, Venglos o maçtan gerekli dersleri almayınca deplasmanda 7-1'lik facia geldi. 3 gün sonra, hoop.. G.Saray'ı Ali Sami Yen'de Aykut'un golüyle 1-0 yendik, her şey toz pembe.. İlerleyen haftalarda toparlanan ve ligin ikinci yarısında 30 maçlık maratonun 22. haftasını lider geçiren takım (buraya dikkat buyurunuz: "22. haftayı lider geçiren takım"), son 8 haftada 3 galibiyet, 5 mağlubiyet alarak ligi 5. sırada bitirdi ve Avrupa Kupalarına katılamadı! Tarihte örneği yoktur :(

1994'ün sonlarında Ali Şen, daha sonra rahmetli olan Hasan Özaydın'ın yerine başkan olduğunda devre arası Osieck'i gönderip Tomislav İviç'i getirmişti. İviç kim? Çok ama çok büyük bir hoca. Şimdi size Fenerbahçe'den önce çalıştırdığını hatırladığım birkaç takım yazacağım, aklınız gidecek: Ajax, Anderlecht, G.Saray, PAO, Dinamo Zagreb, Porto, PSG, Atletico Madrid, Marseille ve Benfica.. Türk futbol tarihinde böyle bir hoca duydunuz mu? Kariyer olarak belki de bu ülke futbolunun gördüğü en büyük hocaydı merhum İviç ama Fenerbahçe'ye geldiğinde kadronun şekline/şemaline hiç bakmadan, hayatı boyunca uygulattığı 3-4-3 dizilişini takıma monte etmeye çalıştı. Ligin ikinci yarısı boyunca Fenerbahçe genellikle şu abuk 11 ile sahaya çıkmıştı:


Kardeşim, böyle bir takım olur mu yahu? Neresinden tutsan elinde kalıyor: Tek ön libero Oğuz, sağ kanat Kemalettin (!!), sol açık Aykut (!!!).. Gerçi İviç o kadar iyi bir hocaydı ve kısacık bir sürede bu kel alâka taktiği takıma o kadar benimsetti ki, takım bazı maçlarda hiç de fena oynamadı. G.Saray'ı da Kadıköy'de Aykut hocanın sol açık oynayıp hat-trick yaptığı maçta 3-0 yenmiştik. Ama sezon sonu 2 iyi, 1 kötü şeklinde geçen haftalardan sonra Fenerbahçe ligi 4. bitirdi, İviç de gönderildi.

Zdenek Zeman'ı yaşı yeten her Fenerbahçeli hatırlar, 1999/2000 sezonunun 5. haftasında Rıdvan Dilmen istifa edince, Zeman Fenerbahçe'nin yeni teknik direktörü olmuştu. Zeman da bence çok iyi bir hocaydı ama Fenerbahçe ile bir arada O-LA-MAZ-DI. Çünkü ben Zeman'ın yoğurt yiyişini biliyordum ve o tarz, Fenerbahçe'nin o anki kadrosuna asla uygulanamayacak bir tarzdı. Bunun nedeni ne kadronun kötü olması, ne de Zeman'ın kötü olması.. Sadece hocayla takım uyuşmuyor, bu kadar basit.

Zeman Fener'e geldiği zaman sonuçta Lazio ile Serie A'yı 2. ve 3. bitirmiş, Roma'da Totti'yi keşfetmiş, her daim göze hoş gelen futbol oynatan bir hocaydı. Ama Roma'da orta sahası Eusebio Di Francesco, Luigi Di Biagio ve Damiano Tommasi; forveti de Paulo Sergio, Marco Delvecchio ve Francesco Totti şeklindeydi. Fener'e geldiğinde ne buldu peki? Forvetleri Boliç, Aygün ve bitik bir Moldovan; orta sahası Mosheau, Sergen, Kemalettin, Tayfun, Abdullah ve sakatlıktan dönmüş Metin olan bir takım.. Bir Adana deplasmanı hatırlıyorum, takım sahaya şu dizilişle çıkmıştı:


Mosheau sağ açık (!), Moldovan sol açık (!!), santrfor Aygün (!!!). Kâbus gibi geçen birkaç haftanın ve Pendik faciasının ardından Zeman apar topar gönderildi, yerine Turan Sofuoğlu getirildi.

Bu örnekleri neden verdim? Çünkü Ersun hoca ile de böyle olmasından korkuyorum. Bir iyi, bir kötü.. 5-1, 6-2'lik maçlar.. G.Saray'ı yenmişsin, 25. hafta lidersin, hoop.. Sezon sonu 3. olmuşsun. Biz bütün 90'lı yılları böyle geçirdik. Aragones'li sezon, bize o yılları bire bir hatırlatmıştı. Ersun hoca ile yapılan başlangıç da maalesef bana aynı hissi veriyor.

Bunun olmaması için Ersun hocanın Fenerbahçe tarihinden örnek alması gereken isimse Zico. Zico Fenerbahçe'nin 100. yılında teknik direktör olduğunda Kezman ve Deivid alındıktan sonra şöyle 11'lerle sahaya sürüyordu takımı:


Böyle bir forvet ve orta saha olabilir mi? Zico dönemini herkes hatırladığı için uzatmayacağım; sezon başında CL'den elenilmesi ve 4-2, 3-2 biten kahır dolu maçlardan sonra Newcastle deplasmanında 4-4-1-1'e dönüş yaptı Zico. Sonuçta o sezon şampiyonluk ve sonraki sezon CL'de çeyrek final ile kulüp tarihinin en büyük başarısı geldi. Zico kendisini "dönüştürdü" ve başarılı oldu.

Bütün bu örneklerden çıkarılması gereken ders şu: Bir teknik direktör olarak, kendi felsefene göre kurmadığın ya da kurulmamış olan bir kadronun başına geçtiysen "benim yoğurt yiyişim böyle" diyemezsin. Dersen, başarılı olma ihtimalin %5 bile değildir ve futbolun yakın tarihi bunun örnekleriyle doludur. Bunun tam tersini yapan, "kadrosu nasıl bir oyun anlayışı gerektiriyorsa ona göre futbol oynatan" hocalar ise benim nazarımda en büyük hocalardır. Onların en önemli örneği de Lucescu'dur. 2002 yazında Beşiktaş'ın başına geçen ve Ronaldo'nun yanına Zago'yu transfer ettiren Luce'nin, Uche/Högh ve Popescu/Bülent'ten sonra üçüncü müthiş tandemi kurduğunu düşünmüştük hepimiz. Beşiktaş sezon başında AEK ile bir hazırlık maçı oynadı, ilk yarıda 5 tane yediler. Lucescu hemen o maçta Zago-Ronaldo-Ahmet'ten oluşan üçlü savunmaya döndü ve Beşiktaş başka gol yemeden maçı 5-1 bitirdi. Ondan sonra Lucescu gidene kadar Beşiktaş'ın bir daha dörtlü savunma oynadığını görmedik. Futbolda artık terk edilmiş olan 3-5-2 ile Beşiktaş tarihinin en iyi takımını kurdu Luce. Dünyanın en büyük hocalarından biridir bence.

Velhasıl, Ersun hoca bu örneklerden ders almak zorunda. Eğer Fenerbahçe onun felsefesiyle oynayacaktı ise, o zaman açıkları Kuyt ve Sow olmayan bir takım kurulacaktı. Bir kanada Mertens'i, diğerine Payet'i alacaktık mesela 20 milyon verip; forvete de Cardozo'yu koyacaktık, al sana mis gibi Ersun Yanal forveti..

Mevcut Fenerbahçe kadrosu ise Aykut Kocaman'ın inşa ettiği bir takım. Transferler bile onun isteğiyle yapıldı. Mesela Aykut hocanın takımında, geride yaslanarak oynanan oyunda bir defans mucizesi gibi parlayacak olan Bruno Alves, Ersun hocanın sisteminde 3 maçta bir kırmızı kart görür, bunu demek istiyorum. Hücumda da o hızlı, atak, çabuk futbolu Kuyt, Emenike (Webo), Sow üçlüsüyle oynayamazsın. Hele Arsenal maçında, Ersun hocadan beklediğim bu dönüşüm gerçekleşmez ve takımı KADRONUN YAPISINA UYGUN BİR OYUN ANLAYIŞI ile oynatmazsa, korkarım hepimizi Aragones'li sezondaki gibi bir maç bekliyor demektir.

Bahsettiğim bu dönüşüm kolay bir şey değil, başarıyla yapılabilme olasılığı da çok düşük, bunu belirteyim. Ama mevcut şartlarda başka çare yok, bunca saattir bunu yazmaya çalışıyorum. Başka çare yok..

- Oyuncu ilişkileri, liderlik, motivasyon gücü:

Bu konu aslında ilk madde ile doğrudan bağlantılı. Ersun Yanal'ın, 13 senedir futbola nasıl bakıyorsa tam tersi şekilde bakması gerektiğini söylüyorum, kendini "dönüştürmeli" diyorum; bu çok çok zor bir olay. Bunun için başta Emre olmak üzere Volkan, Gökhan, Topal gibi isimlerden yardım alması da gerekebilir diye düşünüyorum. Zaten Ersun hoca bu oyuncularla ilişkisini maksimum seviyede tutmak zorunda, takımı saha içinde toparlayacak olan isimler bunlar çünkü. 90'lı yıllardaki o sert inişlerin ve çıkışların olmaması, bir anda üst üste 3 mağlubiyet falan alınmaması için en büyük rol bu isimlere düşüyor. Takım üzerinde hem mutlak bir otorite, hem bir abi, hem bir lider, hem de zor zamanlarda dertleştikleri bir arkadaş vs. olmak kolay değil ama Ersun hocanın Emre, Volkan, Gökhan, Topal, Kuyt başta olmak üzere, oyuncularla kuracağı ilişkinin seviyesi ve biçimi, takımın ve kendisinin akıbetinde majör rol oynayacak.

- Takıma yaptırılan taktik antrenmanlar:

Burada bir teknik direktöre taktik öğretmeye kalkacak kadar tırlatmadık elbette ama çarpıcı bir tespitte bulunmak istiyorum. Çünkü yazının başında belirttiğim Yakup Sevindik ile olan o fikir çatışmamız, benim açımdan bu konudaydı.

Ersun Hoca'nın, "takımın savunmaya yerleşmesi, pozisyon alması, oyuncuların kademelere girip çıkması, topu kapınca yapılacaklar, topa sahip olma, topun değerini bilme vs." gibi konularda "antrenörlük pratiğinin olmadığını" düşünüyorum. Böyle bir şey olabilir mi? Kesinlikle olabilir ve Türk spor kamuoyunun (her teknik direktör için söylüyorum bunu) hiç göz önünde bulundurmadığı bir detay bu. Adam hayatı boyunca buna kafa yormamış, savunmayı hep rakip alanda yaptırmış, sürekli risk alarak oynatmış takımlarını. "Kapanmak" diye bir şey kitabında hiç olmamış. Takımının kapandığı sürüyle maç olmuş ama hepsinde üstünkörü ve "anlık" olarak yaşanmış o maçlar. Burası Fenerbahçe olduğu için, şimdi Ersun hoca bu işlere, şimdiye kadar 13 yılda yorduğundan daha fazla kafa yormak zorunda. Üstelik bunu 1 yıl içinde yapacak :s

Daha net ifade edeyim. 2001 yılında G.Saray, Roma ile deplasmanda CL maçı oynuyor. İlk yarı Ümit Karan'ın muazzam golüyle 1-0 bitmiş, ikinci yarının başlarında Candela'nın bir diyagonal pasında Victoria ıska geçmiş ve Cafu, Mondragon'un üzerinden aşırarak skoru 1-1 yapmıştı. O pozisyon, alttaki videoda 0:45'ten itibaren seyredilebilir:


Burada vurgulamak istediğim şey şu: Victoria, kendi sağ kanadından havadan gelen o topu, belini 100 derece döndürerek SOL AYAĞIYLA uzaklaştırmaya çalıştı. O pozisyonda o vuruşu yapmak çok zor olduğu için ıska geçti ve golü yiyip santrayı yaptılar. 2 gün sonra spor haberleri seyrediyordum. Lucescu antrenmanda Victoria'yı ve Ergün'ü almış, Ergün'e sol bekten 50 metrelik uzun top attırıyor.. Ve Victoria'ya, maçta hata yaptığı bölgeden SAĞ AYAĞIYLA, TOPU GELDİĞİ İSTİKAMETE DOĞRU uzaklaştırma pratiği yaptırıyor! Gözlerime inanamamıştım. Ersun hocanın kariyerinde 1 kere bile böyle bir şey yaptığını sanmıyorum. Yapmak zorunda da değil ayrıca, her yiğidin yoğurt yiyişi farklı. Ama yapanlar, "defans kafalı" diye eleştirilse de daha başarılı oluyor.

Bu basit konunun üzerinde neden bu kadar duruyorum? Çünkü Fenerbahçe'nin 1992'de şampiyonluğu kaybettiği o meşhur maçta, Şifo Mehmet'in topunu Semih Yuvakuran SOL DEĞİL, SAĞ AYAĞIYLA UZAKLAŞTIRMAYA KALKSA, o topun çizgiyi geçip geçmediği bugün tartışılmayacaktı bile. Çünkü 1 saniye önce topa vurup uzaklaştırmış olacaktı. Semih gibi, G.Saray ve Fenerbahçe'de yıllarca oynamış, millî takım formasını defalarca giymiş bir oyuncu, 30 yaşına kadar hayatında bir Lucescu ile çalışma fırsatı bulamadığı için fundamental açıdan vahim bir hata yapabildi. Bu vesileyle hem o maç, hem hakemler, hem de Semih'in kendisi, futbol tarihinin en ateşli tartışmalarından birinin birer kahramanı oldular.

Maçın özet videosu aşağıda, 3:05'ten itibaren dediğim pozisyon seyredilebilir:


İşte Lucescu böyle bir hocaydı. Bu kadar küçük bir detayın, yeri gelince şampiyonluğa bile mal olabileceğini biliyordu. Aykut hoca da böyleydi, o yüzden çok seviyordum. Ersun hoca öyle mi? Değilse bile artık olmak zorunda, dönüşmek zorunda, bunu söylüyorum. Öğrenmek hayat boyu sürüyor ve ayıp bir şey değil. Her gün yeni bir şey öğrenerek, kendisine her gün yeni bir şey katarak devam edecek/edeceğiz. Başka çaresi/çaremiz yok.

- İlk 11 tertibi:

Naçiz kanaatim, Fenerbahçe'nin 11'ine önce Mehmet Topal yazılmalı, o yoksa Selçuk Şahin yazılmalı, geri kalan 10 oyuncu bundan sonra yerleştirilmelidir. Bunun dışında şu andaki Fenerbahçe futbol takımını 10 hocaya emanet etsen, 10'u da farklı 11'ler yapabilir. Bu tamamen kişisel tercihlere ve kafanın içinde oynanan sanal maça göre değişir. Ersun hoca kendi tercihlerini yapacak, biz de sonuçlarını göreceğiz. Konya'da Selçuk dururken Cristian/Emre ikilisiyle başlamak, sonra 55'te yine Selçuk dururken Salih'i ön libero yapmak vs. hazindi.

- Maç içindeki müdahaleler:

Bu da her hocaya göre değişir. Yanal kendi seçimlerini yapacak, biz de değerlendireceğiz.

Arsenal maçı:

Çok uzadı ama Arsenal maçı ile bağlıyorum. 1-2 haftadır Ersun hocanın kafasında başka bir oyun ve başka bir takım tertibi olduğundan bahsettim postlarda. Sonra "bu dönüşüm yapılmalı ama yavaş yavaş yapılmalı" dedim. Arsenal maçı ise bu değişikliklerin hiç denenmeyeceği, hiç risk alınmayacak bir maç. Takım neyi nasıl oynamayı biliyorsa, onu o şekilde oynatmak lâzım. Ayrıca zaten bu kadro da, mevcut koşullarda bundan başka bir taktikle başarılı olamaz. Bunu, son 4 maçta 88 şut yemesinden anlıyoruz.

Bence Arsenal karşısında çıkması gereken kadro şöyle:


Evet, Emenike yok. Emenike, tartışmasız bir şekilde Webo'dan daha iyi bir futbolcu. 100 üzerinden not versem Emenike'ye 79, Webo'ya 75 verirdim. Kuyt 75, Sow 82'dir mesela. Ama Webo, Kuyt ve Sow ile birlikte oynadığında 80'lik bir oyuncuya dönüşüyor. Ayrıca maç deplasmanda olsaydı "Emenike oynamalı" derdim ama Arsenal'ın Kadıköy'de bize 90 dakika boyunca en fazla 1.5 kontratak vereceğini düşünüyorum. Bu yüzden rakip yarı alana yerleşerek oynamak durumunda kalacağız, Webo da bu oyun için elimizdeki tek santrfor. Webo oynamıyorsa yine Emenike değil Kuyt oynamalı, bu kadar abartıyorum.

Kuyt, Webo ve Sow üçlüsü, geçen yıl da gördüğümüz gibi bu takımın en önemli hücum silahı. Üçü birbirinden ayrıldığı zaman kendi değerleri de düşüyor. Kadıköy'deki maçlarda bu üçlüyü, "Emenike ile takım arasındaki uyum sağlanana kadar" bozmamak gerekir. Hayati ilk şey bu.

Orta sahada Emre formsuz. Geçen yıl Meireles/Topal, önlerinde Cristian şeklinde Avrupa'da 20 maça yakın oynayan takımın bu bölgesini de asla ve asla bozmamak lâzım. İkinci önemli detay..

Defansta Egemen, olmazsa olmaz bir adam. Yobo'dan hem daha çabuk, hem daha güçlü, hem daha sert.. Tecrübesi de Yobo'dan çok az değil. Cardozo ile boğuşmasını da hatırlayınca, Giroud'yu net bir şekilde sindireceğini düşünüyorum. Sol bekte ise Hasan Ali'den çok daha tecrübeli olduğu için Kadlec oynamalı. Gökhan oynamazsa Topuz değil, Bekir. Orhan Şam'ı arayacak mıydık yahu? :(

Kadroyu çabuk geçtim, çünkü asıl önemli konu o değil. Önemli olan ne peki? OYUN ANLAYIŞI. Bu kavramı, ne yapıp edip lügata yerleştireceğim. 30 yıldır seyrettiğim bu oyunla ilgili olarak öğrendiğim en önemli mevzu bu çünkü. Ersun hocanın kendini dönüştürmesi gereken konu da tam olarak bu.

Nedir? Topu kaybettiğinde ileride uygun pozisyon varsa basan, o pres sonucunda topu kapamazsa hemen topun arkasına geçen, 7-8 kişiyle alan daraltan bir oyun anlayışı gerekiyor. Topu kapınca ne yapılacağı ise en hassas konu ve Yakup Sevindik'in yanıldığı yer de bence burası. Fenerbahçe'nin 4 maçta 88 şut yemesinin majör sebebi, savunmadaki yerleşim hataları ve/veya "top rakipteyken" oynanan oyun değil ki! Bilakis top bizdeyken, Ersun hocanın telaşlı futbolu nedeniyle çabuk kaybedilince, savunma sürekli dengesiz ve yerleşmeden yakalanıyor. İşte çözülmesi gereken sorun bu. Topun değerini bilmek, sabırlı oynamak ve HER SEFERİNDE RAKİP YARI ALANA YERLEŞMEK gerekiyor. Süper Kupa maçı öncesi bunu yine yazmıştım, ilk yarıda fena değildik ama Alves atılana kadar ikinci yarıda çok kötüydük. O atıldıktan sonra mecburen kapandık, o dakikaları dikkate almıyorum. Ama 2. yarının ilk 15 dakikası ile Salzburg maçlarının her ikisinin tamamında Fenerbahçe'nin topu çabuk kaybetmesi yüzünden savunmada hiçbir zaman dengeli duramadığını gördük. Asıl sorun buydu. Konya maçında da buydu. Ersun Yanal topun değerini bilmiyor. Önce bunu benimsesin, kendisi benimsesin, zaten takım bunu oynamaya alışık. 20 senenin 15'inde de böyle oynadık Fenerbahçe olarak.

Özetle Arsenal maçında topa sahipken pas, pas, pas.. Duran toptan gol arama, risk almadan oynanan sakin bir oyun ve yaratıcılık çabası.. Atamıyorsan atmazsın, yemedikten sonra sıkıntı yok. Top rakipteyken ise 10 kişiyle topun arkasına geçip rakibi kalemize yaklaştırmadan savunma yapılmalı. Kapılan top Sow ve Webo ile buluşturularak kontraya çıkılabilir. Arsenal da o atakları vermemeye çalışacaktır. Dolayısıyla Webo, Kuyt ve Sow kontratak imkânı yoksa topu kaybetmeyip, TAKIMI RAKİP YARI ALANA YERLEŞTİRMELİ.

Yazının ana fikri şu: Ersun hocayı seviyoruz, başarılı olmasını istiyoruz. Ama yazıda ayrıntılarıyla bahsedilen o dönüşümü geçirmez, "ben en doğrusunu biliyorum, my way or the highway!" derse korkarım sezon boyunca ve sezon sonunda o da, biz de çok üzüleceğiz. Arsenal maçıyla bu dönüşümün başlamasını umuyorum.